13 Ocak 2008 Pazar

Tommasso Campanella - Güneş Ülkesi

CESUR DAHİ


Vahşi modern dünyanın çifte dinamosu politika ve ekonominin ezici çarklarının inşa edilmeye başlandığı, Avrupa Katolik birliğinin parçalanmaya yüz tuttuğu, kültürel değişimlerin insanları kutuplaştırdığı bir düzlemde fikir savaşçılığı yapıyordu Campanella. Katolik kiliseler ve zengin güruh kendi aralarında gizli anlaşmalar yaparak paranın hükmünü ve dağılımını kendi çemberleri içinde eritmek istiyorlardı. Bu doğrultuda halkı sindirmek adına dogmaları, dini katı kuralları birer strateji maşası olarak kullanıyorlardı. Ancak bu duruma isyan edebilecek gücü yakalamış tarikatlar liderliğinde Avrupa’yı kuşatan isyanlarda hareket kazanmıştı.
Bütün bu tarikatlar dinin adaletsiz eziciliğinin süpürülmesiyle temizlenecek yeni bir platformun toplumsal bir devrimin kalıpladığı kolonlar üzerine inşa edilmesi düşüncesindeydiler. ‘’Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim.’’ diye bağırıyor, ‘’Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum… Kavrayışım arttıkça, bilgim eksiliyor…’’ diye bilginin ve öğrenmenin sonsuzluğunu büyük bir tutkuyla haykırıyordu Campanella.
Bu bilge ve ateşli sözleri tasarlayacağı çok öncelerden belliydi belki de, daha on üç yaşında gittiği manastırda okumadığı kitap kalmıyor, içindeki aşkı şiirler yazarak ifade ediyor, ateşini dindirmek için uzun uzun söylevler veriyordu. Doğduğu küçük İtalyan kasabasında daha küçücük bir çocukken bile zekası, hazır cevap mizacı ve okumaya, öğrenmeye olan açlığıyla ahalinin dikkatini çekiyor, geleceğin bilgesi sıfatı inceden zihinlerde yeşeriyordu.
Manastırın ulvi ve soyut eğitimi sıkıcı ve bayat bir tat vermekteydi, materyalist ve somut değerlerle açıklanabilen ve oluşturulan düşünce sistemleri daha üstün görünmeye başlamıştı Campanella’nın gözüne. Aristoteles’in felsefesine karşı doğa felsefesini savunan Telesio’nun düşünce stilinden etkilenerek bilimin soyut kavramlardan değil, doğadaki somut varlıklardan ve deneyden beslenmesi fikrine dahil oluyordu.

Aristoteles felsefesini çürütmek ve inandığı karşıt fikrin temellerini inşa etmek için bir kitap yazdı. Yirmi bir yaşında kaleme aldığı bu çalışma aynı zamanda ilk kitabı olacaktı. Fakat yeniliklere ve karşıt fikirlere olan direnç her dönem olduğu gibi etkisini gösterecek, üstelik o dönemin etkili silahı dinide kullanarak ezilmeye çalışılacaktı. Sapıklık, büyücülük, din dışına çıkma ve tanrı tanımama taşlarıyla dövülecekti Campanella, kitabı saldırıya uğrayacak ve Papa’nın emriyle eserini tamamladığı Cosenza’dan kovulup doğduğu kasaba olan Stilo’ya, o ilk manastıra dönmek zorunda kalacaktı. Ama Campanella gibi ateşli bir ruh ve bilgi aşığı bir zihne sahip olan herkesin hissedeceği gibi o karanlık ve geleceği olmayan manastırda boğuluyormuş gibi hissedecek ve ilk fırsatı bulduğunda oradan kaçacaktı.
Kelimeler kifayetsiz kalıyor bazen, yıllar beyhude başıboş geçiyor. Nasıl ki düşünce suçlusu cesur bir adamın on yıl boyunca fikirlerinin ceremesini çekerek tüm İtalya’yı dolaşması bir satırda yazılı veriliyor ve bir nefeste okunuveriyorsa. Campanella işte bu on yıl boyunca her kademeden bir çok düşünür ve bilim adamıyla tanıştı, tartıştı. Dem tuttuğu her kentte bağnazlığın katranlı kelepçelerini kırmaya soyundu. Söyledi, iliştirdi, çekiştirdi, doğruyu kovaladı. Neredeyse tüm kentlerini dolaştıktan sonra İtalya’nın o güzel İstanbul şarkısındaki hüzün dolu kadın sesi gibi, başı dik, cesur ve kararlı doğduğu o kasabaya döndü bir kez daha.

Peki şimdi ne olacaktı?
Campanella gezdi, dolaştı, edindi, edindirdi fakat geride bıraktıklarına neler olmuştu acaba. On yıl boyunca seyyah hayatı sürerken hiçte planlamadığı şeyler olmuştu terk ettiği diyarlarda. Eskisinden de vahimdi durum. 1600’larda güney İtalya neredeyse tamamen İspanyol sömürgesi haline dönüşüvermişti. Bölge şeytan eskisi din adamlarının elinde yoksullaştıkça yoksullaşmış, engizisyon mahkemeleri ortalığın dumanını attırmıştı. Açlıktan ve ölüm korkusundan milletin anası ağlıyor, kapatılan kültür merkezleri, akademiler ve kitaplıklar yobazı daha yobaz, bağnazı daha bağnaz ve nihayetinde cahili bin kör cahil kılıyordu.

Peki şimdi Campanella ne yapacaktı?
Hemen zihninin en parlak odalarında tasarladığı cumhuriyet ve özgürlük fikirlerine koştu. Yurdunu İspanyol hükmünden kurtarmayı, krallıkları yeni bir düzene sokmayı, toplumu yönetecek eli ayağı düzgün, özü sözü bir, güvenilir ve ayakları yere sağlam basan anayasalar üretmeyi düşünüyordu. Buna düpedüz politik bir ayaklanmayı, bir nevi isyanı yada öncül devrimi toplumsal bir reformla taçlandırmak denebilir. Kulağa hoş geldiği gibi işleyişte de insancıl değerlerin yönlendiricisidir.
Bilimin envai çeşidine hürmet eden Campanella astrolojiden de siyasi bilgiler çıkarılabileceğini bile söylüyordu. Kulağa her ne kadar saçma gelse de yıldızlardaki bir takım belirtilere bakıp, Napoli Krallığı’nda ve Calabria’da devrimler olacağını iddia ediyordu. Kulağa ve mantığa saçma gelse de politik olarak düşünüldüğünde pekte gereksiz olmayan bir ayrıntı aslında bu durum. Gerçekleştirmeyi hedeflediğin ve organize ettiğin böyle bir karşıt hareketi ne kadar fazla kol varsa hepsini kullanarak beslemek gerekir.
Herkes siyasi terimlerden anlamayabilir, herkes bilimsel çıkarımları kavramayabilir, herkes dinsel gerekliliklere inanmayabilir ve herkes astrolojiyi sallamayabilir. Ama yapacağınız hareketi ne kadar çok kulvarda yayarsanız ve bittabi o kulvarın jargonuna uydurarak, devinen hareket bir o kadar katmanlı olur. Matrix filmine giden farklı üç kişinin bambaşka katmanlara hayran olması gibi. Bir felsefe telakkisi ve çözümlemesi, bir aksiyon ve görsel efekt şöleni, bir ateşli ve tutkulu aşk hikayesi… Ama üçü de filmi etkileyici bulacaktır. Sözün kısası siyasetinde farklı katmanlarda yapılması örneği ve gerçeği Campanella’nın hazırladığı ayaklanmanın da olmazsa olmazlarındandı. Bağnaz ve mutaassıp üç yüze yakın rahibin bile aklını çelerek kendi yanında olmasını sağlamıştı. Bu pek tabi herkesin dilinden anlayabildiğinin göstergesidir.
Özgürlüğü ele geçirmek, güçleriyle insan kanı içen kanunsuzlara, zenginlikleriyle yoksulları ezen kral adamlarının zulmüne son vermek söylemleriyle taban halk hareketini ateşliyor, birçok soylu ve piskoposu adalet, refah, demokrasi ve ifade hürriyeti temalarıyla yanına çekiyor ve nasıl bağladı bilinmez zamanın bir Türk donanmasından bile yardım alabiliyordu Campanella. İşte politikanın, işte siyasetin, işte okumanın, bilmenin, işte planlamanın ve her dilden konuşabilmenin gücü.

Peki bu ayaklanmanın sonu ne olacak?
Biraz önce ki tüm değerler, insan figürünün iyi niyetli ve dürüst olduğu platformlarda işleyebilen terimler maalesef. Durum şu ki Campanella’nın planladığı bu ayaklanma, askeri ve siyasi gücün her zaman en büyük silahlarından biri olan istihbarat tedbiri ve iştiraki ile yani casus yöntemi kullanılarak pek bir önceden haber alınmış karşı stratejiler çoktan işleyişe sokulmuştu. Yakayı kurtarmak için bir Türk kayıkçısıyla anlaşan Campanella görünen o ki kayıkçıdan bile kazık yemiş olacak ki ihbar edilmiş ve buluşacakları kulübede kıskıvrak yakalanıvermiş. Buradan dosdoğru Napoli’ye. Boşuna siyasette iki kere iki dört değil demiyorlar. Önemli olan doğru şeyleri yapmak yada söylemek değil, duyulmak istenenleri söylemek istediğin gibi söyleyebilmek. Buna da kocaman bir maalesef tabi.

Peki şimdi Campanella’ya ne olacak?
Campanella’ya olanları zamanı bir hayli gerilere sürerek, bizzat kendi ağzından öğrenelim; ‘’Elli hapishaneye girdim çıktım. Yedi kez tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra öldüğümü sanıp, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, canımı daha da yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, ‘’Yaman adam, doğrusu’’ demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiçbir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni, bir tek söz bile alamadılar ağzımdan. Tam altı ay süren bir hastalıktan, bir mucizeyle kurtulduktan sonra, bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada. Son yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana: ‘’Öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?’’ diye sordular. Ben bildiklerimi öğrenmek için, sizim içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım’’ diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos’un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneş’te, Ay’da ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles’e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi, havasız, ışıksız bir izbeye tıktılar.’’

İşte Campanella’nın başına gelenler… Öylesine vahşi işkencelere maruz kalmış ki onu tanıyan bir çok kişi nasıl olup da ölmediğini hayretlere dalarak izlemiş. Hatta bir dönem yoldaşı bu işkencelere dayanan Campanella hakkında gayet fiyakalı bir laf etmiş ki bu laf onca işkencenin hırpaladığı Campanella’ya serin bir bardak su gibi gelmiş olmalı. Demiş ki Rossi adında bir yazar; ‘’Campanella’ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkenceler öylesine vahşiceydi ki kıçının bütün kan damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak bir tek kelime bile alamadılar’’… İşte bu cümle bir parça olsun Campanella’nın ne denli dayanıklı ve güçlü bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor.

Hapislikten sonra…
Yirmi yedi yıl boyunca hapis yatan Campanella 1621’de İspanya kralının ölümünden sonra papa Urbanus VIII’in yoğun çabalarıyla, serbest bırakıldı ve hemen Roma’ya döndü. Maalesef tüm bu acıları hiç yaşamamış gibi davranamayacaktı Campanella, gerçekten fazlasıyla yıpranmış, yorulmuş ve enerjisini yitirmişti. Hapiste geçirdiği tüm zaman boyunca kimseye boyun eğmemiş, başını hep dik tutmuş ve bir kez olsun af dilenmemişti fakat yirmi yedi yıl boyunca insan kuş tüyü yatakta yatsa bile yaşlanırdı.
En azından huzurlu bir ölümü hak ediyordu artık. Ama fikir adamlarının yakasını tehditler, saldırılar hiçbir zaman bırakmaz işte. Söylemlerinden rahatsız olan bir takım güçler tarafından saldırıya uğrayarak Fransız elçisinin yardımıyla Fransa’ya kaçacaktı.
Belki de bu son olay Campanella’nın ruhundaki son alevi de titretmişti. Ömrünün geri kalanını Paris’te huzur içinde geçirdi ve 71 yaşında gözlerini yaşama kapattı. Göz kapakları ağırlaşırken kim bilir belki yaptığı her şeyden memnun ve gururluydu. Hiçbir şeyden pişmanlık duymadan ölüyordu. Belki de insanlar için ne yaparsan yap, hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayacağını, insanın en büyük zaafının yine insan olmak olduğunu düşünüyor ve geçen zamanda yaşayamadığı aşkları, tadamadığı duyguların acı muhasebesini yapıyor ve ruhunun derinliklerinde beyhude kelimesi inliyordu, kim bilir…


YALIN İNCE

Hiç yorum yok: