13 Ocak 2008 Pazar

Elmore Leonard - Tarantino'nun Adamı

LEONARD’ IN KARANLIK ODASI

15 yaşında bir yeni yetme kitapçıdan bir roman çalarken enselenir, bu roman ve 15’lik , suç sinemasına yepyeni bir tarz kazandıran iki isim olacaktır. Quentin Tarantino 15 yaşındayken polisiye romancısı Elmore Leonard’ın The Switch adlı romanını çalmayı beceremez ama bu iki isim suç sinemasının en karizmatik isimleri haline gelirler. Yıllar sonra Leonard’ın bu romanından uyarladığı Ucuz Roman’ı yapar Tarantino ve devamında yine Elmore Leonard’ın Rum Punch adlı romanı üstüne birlikte çalışarak Jackie Brown’un senaryosunu ortaya çıkarırlar. Elmore Leonard sadece Tarantino değil, Steven Soderbergh ve Coen kardeşler gibi kült yönetmenlerin aradığı, beraber çalışmak istediği bir yazardır. Sinemacılar Elmore Leonard’ı rahat bırakmazlar, 36 romanını film yaparlar. Polisiye edebiyatının ve suç sinemasının yaşayan en büyük isimlerindendir.
Elmore Leonard ,11 Ekim 1925’te New Orleans’ta doğdu. General Motors için çalışan babasının tayini çıkınca ailesiyle birlikte Detroit’e, yaşamının geri kalanını geçireceği şehire taşındılar. 18 yaşında Detroit Üniversitesinden mezun olan Leonard orduya katıldı. Güney Pasifik’te 3 yıl boyunca hizmet verdi. Daha sonra tekrar üniversiteye dönerek felsefe eğitimi almaya başladı aynı zamanda kısa hikayeler yazıyordu. 25 yaşında felsefe eğitimini de tamamlayarak okuldan ayrıldı. 20’li yaşlarında western hikayeleri yazmaya koyuldu. Dönemin suç sinemasının en çok rağbet ettiği tür western hikayeleriydi. O dönem otuzdan fazla kısa hikaye yazdı. Daha sonra bu hikayelerden birini ilk romanı haline getirdi.(The Bounty Hunters) ve diğerleri arasından iki taneside filme çekildi.( The Tall T, 3:10 to Yuma ) 3:10 to Yuma filminin başrolünde Oscar ödüllü Russell Crowe rol almıştı. Elmore Leonard ilk romanı The Bounty Hunters’ı 1953’te yazdı ve yıl 2007’ye gelince son olarakta Up in Honey’s Room’u bitirdi. Aradaki 54 yıl boyunca 44 tane roman yazmıştı. Tarantino sebepli, meşhur romanı The Switch’i ise 1978’de yayınlanmıştı. Tüm bunların dışında sınırlarını kendininde tahmin edemediği tarifsizlikte bir hayal gücüne sahip, yazdıkları yaşamının hepsini kapsıyor neredeyse. Leonard’ın derinlerine doğru hareket etmek bir yazarın perdelerinin ardına gizlenenleri görmeye çalışmak, onun dünyasına, hayal gücünün diplerine, karanlık bilinçaltına doğru yolculuğa çıkmak için sağlam sinirlere ihtiyaç olabilir çünkü karanlık ve korkutucu bir yolculuktur bu. Yaptığımız tam olarak bu, bir yazarın bilinçaltına giriyoruz. Beyin kıvrımlarının bizi istemediğimiz yerlere savurma ihtimali var. Alıştığımız çocukluk yada ergenlik hikayelerine yer olmayacak, kime aşık olduğu ve neyi istediği konumuz değil. Bilinçaltının karanlık odalarında nelerin gizlendiği bir muamma. Ama kalem ve kağıt bizim elimizde, şuan korkması gereken biz değiliz. Yavaşça bulunduğumuz mekandan kopuyoruz, bir ameliyat odasına doğru akıyoruz, mekan değişiyor. Elimizdeki kalem sessizce neştere dönüşüyor, masada Elmore Leonard yatıyor. Bir beyin operasyonunda cerrahız şimdi. Elimizi korkak alıştırmaya niyetimiz yok, ilk darbeyi sert ve derinlere vuruyoruz. Beyin açılıyor ve artık kimse nerde olduğumuzu bilmiyor, zaman ve mekanda onun hayal perdelerinin ardına saklanıyor.
Bir kapsüle dönüşüp kan fışkıran ilk damardan zorlayarak derinlere iniyoruz.
Artık içerdeyiz…

Karanlık bir koridor, uzun, havası ağır, pis duman kaplı, her adımda yerden tozlar kalkıyor. Koyu yeşil ışıklar duvarları aydınlatamıyor, caddeye bakan birkaç kirli pencereden görünen yorgun neon ışıklarının kırmızı, mor yansımaları gözümüzü alıyor. Hala dışarı çıkma şansı var, ama çıkmayacağız.
Koridorun sonu gözle seçilemeyecek kadar karanlık, belki de sonu yoktur. Sağlı sollu, karşılıklı kapılar var. Sağdaki ilk kapıya yöneliyorum, korku ve merak karışımı sağlıksız bir şeyler hissediyorum, gözüm tam karşısındaki sol kapıyı kontrol ediyor ara sıra. Hem ikisini de merak ediyorum, hem ikisinden de korkuyorum. Vazgeçtim, sola yöneliyorum . Masif ahşap bir kapı, lacivert boyası eskimiş tahtalar yerinden oynamış. Kapı kolu ise küflü, benden önce bir cüzamlı tutmuş olabilir mi diye düşünüyorum, içeri de ne var, dışarı çıkabilecek miyim, hala şansım varken bundan da mı vazgeçmeliyim. Ya çok şey kaçırırsam, ya bir daha geri dönemezsem, içeridekileri gerçekten merak ediyor muyum, merakın bedeline hazır mıyım. Birinin hayatına, bilinçaltına girip çıkmak Tanrım neden bu kadar ilgi çekici, öğrenmek mi, röntgenlemek mi, kendime karşı dürüst müyüm. Tüm bunlar elimi kapı koluna koyup, çevirmem arasındaki yarım saniyede aklımdan geçip gidenler olarak kalacaklar, çünkü kapıyı çoktan açtım ve artık olacaklar olacak.

İçerisi koridordan daha karanlık, kapı sertçe arkamdan kapanıyor, geri dönüyorum ama kapı yerinde yok. Gözlerim karanlığa alıştıkça Leonard’ın gizli odalarından birine esir düştüğümü hissediyorum, sezmeye başladıklarım böyle düşünmeme sebep. Yavaş yavaş yüzler aydınlanıyor, çok fazla aksesuar var, ama ışık ve gölge sinirlerimi epeyce geriyor, tam olarak seçemiyorum ve seçmek için beynimi zorluyorum. Şimdiden göreceklerimin beni mutlu etmeyeceğini anladım. Gözlerim alışmaya devam ettikçe siluetler vücut buluyor. Bir, üç, beş, onlarca insan var ve ben gözlerimi daha ilerileri görmek için kullandığımda bu odanın sınırsız olduğunu anlıyorum. Leonard’ın bilinçaltındayım ve işler artık benim kontrolümde değil. Sadece bakıyorum ve görüyorum.
Garip insanlar var burada, ilginç hikayeler.
Petrol kralı babasının metresini fidye için kaçıran genç yakışıklı bir adam, kendisine günah çıkarmaya gelen hamile genç bir kadına şantaj yaparak tecavüz eden rahip, kendi karısının ve gizli sevgilisinin daha da gizli lezbiyen ilişkisini öğrenip, onları iş üstünde basıp cinnet getiren ardından boğazlarını kesen Kızılderili bir köşede oturuyorlar, konuştuklarını yarım yamalak duyabiliyorum, hikayelerini birbirlerine anlatıyorlar. Biraz ilerilerinde başkaları da var. Kendisiyle görüşmeye gelen yasadışı adamların ilgisini dağıtmak ve dolandırmak için evinin merdivenlerini elinde tüy toz fırçası tutan ve sırtında külot ve gömlekten başka bir şey olmayan hizmetçilerle dolduran sinsi bir broker, yılan derisi ceketinin ceplerinde sedef kakmalı çifte büyük tabanca taşıyan, viskiyi şişeden kafasına diken ve karanlıkta şarkılar söyleyen lağım böceklerine gitarıyla eşlik eden unutulmuş eski bir rockçı duruyor.
Mülteci kamplarından punduna getirilip kaçırılan ve küçük yaşlarda zorla düdük çaldırılan kızlar, şantaj kasetleriyle işadamlarından para sızdıran medya editörleri, dindar zenci mafya üyeleri, keskin nişancı olduğu panama şapkasını takış şeklinden, giysisinin her daim jilet ütüsünden, sportif bedeninden, kendine özen gösterişinden ve dengeli yürüyüşünden anlaşılan son derece çekici ve yakışıklı Latin derili acımasız ve zengin bir kiralık katil Leonard’ın kendilerine ne zaman iş vereceğini tartışıyorlar. Sokak çete dalaşlarında bir yakuzayla girdiği kavgada sağ başparmağı yakuzanın kılıç hamlesiyle kopan, bu anıyı silahının üzerindeki derin metalik kesiği onarmayarak saklayan ve silahına her bakışında ölüme meydan okuyan dilsiz bir gangster, en az onaltılık göğüsleri kadar çekici kısa kesilmiş kızıl saçları alnındaki kezzap yarasını örtemeyen satılmış bir geyşayla dertleşiyor.
Partal kovboy çizmeleri giymiş sırt çantasında taşıdığı makineli tüfekle her an mermi vermeye hazır orta yaşlı bir kadın yüzüme pis pis bakıyor. Domuz pirzolasından başka hiçbir şey yemeyen çirkin ve yağlı kanunsuz bir moruğun sürekli pembeli kırmızılı kimonoyla dolaşan çocuk yaştaki kapaması onu kurtarmamı istermiş gibi yalvarıyor ama sübyancı bir baş komiserle ona yataklık eden albino bir polis memuru hemen susturuyorlar onu. Bakışlarından ve dudaklarını ısırma şeklinden ihtiras fışkıran, sevişmeye her an hazırmış gibi görünen ve deri kayışlarla beyaz, tüysüz bacaklarına bağlanmış ordu armalı iki kırk beşlik otomatik taşıyan düz siyah saçlı bir lolita etkilenilmeyecek gibi değil. Ucuz kumar batakhanelerinde erkekleri sarhoş edip soyan, sonrada inşaat temeline gömen transseksüel çete elemanları kendi aralarında poker oynuyorlar. Yüzme havuzunda timsah besleyen tek gözü kör cüce mafya lideri, ameliyatlarında ölen insanların gözlerini pergelle çıkarıp şarap mahzeninin altına yaptırdığı buzhanede koleksiyon olarak saklayan ve özel davetlerinde onları sergileyen Latin vücutlu seksi bir doktor kadınla bir daha ki hikayede yer alıp alamayacakları üzerine bahse giriyorlar.
Genç fahişelerle birlikte olduktan sonra onları döverek bayıltan ve baygın halde alt ve üst dudaklarını iple birbirine dikip fotoğraflarını çeken saygın bir multimilyoner, yattığı çocuk yaştaki Uzakdoğulu kızların körpe kalçalarına ateşte kızdırdığı damgayı zorla vuran kokain bağımlısı yaşlı yazarla ortak bir sergi açmayı planlıyor. Cesetleri yaban köpeklerine yediren yer altı boks menajeri, ithal ettiği yeni silahları önce yaşlı ineklerini delik deşik ederek deneyen silah kaçakçısı itibarlı bir çiftlik sahibi ve kasaplara ucuzdan et satan profesyonel ceset parçalayıcıları acıkmış karınlarını leşlerle doyuruyorlar. Malikanesinin büyük salonunda sürekli step yapan uzun beyaz bacaklı kızlar bulunduran mafya avukatı, tüm uyarılara rağmen patronun metresine ilgi göstermeye devam eden ve artık çolak olan yetenekli ve aşık bir piyanisti teselli ediyor.
Sabah kahvaltısında ıstakoz ve trüf mantarı yanında Fransız beyaz şarabından başka bir şey içmeyen İrlandalı bir gangster, her akşam gittiği bardan kaldırdığı kadınlardan çaldığı mücevherleri çalıştığı mezarlıktaki cesetlerin içine saklayan şizofren ve oldukça yakışıklı bir cenaze levazımatçısıyla ilişkiler üzerine ahkam kesiyor.
Ciğerleri kömür tozu dolan ve petrol tankı yangınından yüzünün yarısını kaybettikten sonra sevgilisi tarafından terk edilen, bir daha başka iş bulamayan, tazminatı katakulliye getirilerek ödenmemiş, karanlık ve acı dolu dünyasında intihar ile katliam fikri arasında gidip gelen yalnız ve artık çirkin bir işçi tek başına bir köşede ağlıyor.

Kontrolü tamamen kaybettim, her şey çığırından çıkmaya başladı. Leonard’ın karanlık bilinçaltı odasından kaçmak için insanlara çarpa çarpa koşuyorum. Arkamdan bağırıyorlar ve düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar, ne ışık ne de bir çıkış umudu görüyorum ama yinede var gücümle koşuyorum. Bir pencere, sadece bir pencere olsaydı diye yalvarıyorum, gözlerimi kapatarak hızımı arttırıyorum, açtığımda ise tam karşımda camı yarıdan kırılmış büyükçe bir pencere var. Var gücümle sıçrıyor ve kendimi bu otel odasından bu bilinçaltı zindanından atıyorum. Asfalta doğru düşerken görebildiğim tek şey kırmızı mor neon ışıkları ve gittikçe yaklaşan asfaltın yeni yağmur yağmış ıslaklığı, tüm ağırlığımla betona çarpıyorum.
Bir an şuursuzluk…
Kendime geldiğimde masamda Elmore Leonard’ın kitapları ve senaryolarını yazdığı onlarca filmin içinde uyanmış olarak buluyorum. Sol elimde The Switch var, sağında ise Tarantino’nun bir filmi. Bu yolculuk beni epeyce yormuş, kurtulabildiğime seviniyorum.
Toparlanıp ikinci bir yolculuğa giriştiğimde belki yolum mizah odasına da düşer ama şimdi olacak iş değil. Bir yazarın bilinçaltının bilinemez yollarında yürümek fikri her zaman korkutucu ve bir o kadar da çekici olmaya devam edecek ve
yolculuklar hiç bitmeyecek…


YALIN İNCE





Hiç yorum yok: