MUHALİF, SERSERİ VE AŞIK
‘’Bekar olmayı tavsiye etmem ama yazmak istiyorsanız işe yarıyor.’’
Sana katıldığımı itiraf etmeliyim. Çoğuna anlamsız gelse de bilen bilir. Her istediğinde başını alıp gidebilen, nerde akşam orda sabahı edebilen, hükümsüz olabilen daha iyi yazabilir, yalnızdır nihayetinde, kendi kendisini efendisidir. Acılarını yoğurmayı ve onlardan hikayeler anlatan heykelcikler yapmayı iyi becerirler, kiline göz yaşı ve mürekkep kattıkları, kıvrımlarını yalnızlıkla sıyırdıkları heykelcikler…
Her neyse… Sen nasılsın? Babanın oto tamirhanesinden kaytararak annenin şekerleme dükkanından aşırdığın günler artık çok geride kaldı değil mi dostum. Mutlu aile tabloları artık yok. Aslında sen de pek bayılmazdın öyle değil mi, üniversite biter bitmez pılı pırtıyı toplayıp güneye doğru yola koyulmuştun, Jack ve Neal gibi…
Gazeteci olmak istiyordun ama kapı kapı gezip seyyar satıcılık yapıyordun. Ama belki de seni sen yapan o en boş vermiş günlerin, Texas’taki benzin istasyonunda yaşadığın günlerdi. Tam zamanlı pompacı, yarı zamanlı yazar Nelson Algren. Hala daha kulağa sıyrık geliyor dostum.
Yıl 1933 yada 34’tü, notlarına doğru düzgün yazmamışsın. Baktıkça kafam karışıyor ama konuya dönelim. İkisinden biriydi, ilk romanını yazabilmek için daktilo çalmıştın ve seni bir ay içeri tıkmışlardı. Yazanları hep tıkarlar dert etme, romanı bitirdin ya iyi tarafına bakalım.
İlk roman sana biraz para, az buçuk tanınırlık bir de kadın hediye etmişti. Adına verilen kutlama partisinde Amanda’yla tanıştın, ilk karınla. Önce evlendin, sonra boşandın, sonra yine evlendin ve yine boşandın. Anlaşılan kafanız baya karışıkmış dostum. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda görev aldın. Bunu neden yaptığı bence sen de bilmiyordun.
Yıl 1947. 39 yaşındaydın, o yıl Amerika’da Simone’la tanıştın. Yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum, sadece bu. Birlikte Latin Amerika’yı dolaştınız, sonra Fransa’ya gidip Jean-Paul’le tanıştın. Jean-Paul, Simone’la birlikte olmana aldırış etmeden kitaplarının Fransızcaya çevrilmesinde sana yardımcı bile oldu.
Yıl 1949’du. Bir yıl sonra benim babam doğacaktı sense 41 yaşındaydın. Dedemle yaşıttın. Büyük çıkışını Altın Kollu Adam romanınla gerçekleştirdin. Kitabın başarısıyla yönetmen Otto Preminger romanı filme çekmek istedi.
Önceleri kabul ettin ama birlikte çalışmaya başlayınca uyum sağlayamadınız, romanın film haklarını geri alabilmek için adama dava bile açmıştın hatırlasana, ama her şey tam istediğin gibi olmadı işte. Film artık Otto’nundu.
Başrol için Marlon Brando kararsız kalırken Frank Sinatra rolü aldı. Babam 7 yaşındaydı ve belki de ilk izlediği filmlerden biri de Altın Kollu Adam’dı. Frank Sinatra’yı bu yüzden seviyor olabilir.
Anlayışsızlar ordusunun dudakları arasından tükürük gibi sıçrayan onca içeriksiz saldırıya karşı durmayı, ters olmayı, nehre düşsen akıntıya karşı yüzmeyi iyi becerirdin. Bir tenis maçını seyre dalan yüzlerce insanın mekanik itaatkarlığı bile canını sıkmaya yeterdi. Kapitalist düzenin her sabah kumpasa getirip uyandırdığı, köle gibi çalıştırıp her akşam da keten pereye düşürüp uyuttuğu, boyuna aldattığı, zavallı insancıkların, kaybedenlerin, haksızlığa uğrayıp sömürülenlerin safında durmayı tercih ediyordun. Yalakların başını riyakar domuzlar tuttuysa eğer susuz kalmayı yeğlerdin. Her daim muhalif olmanın hep yalnız kalmak ve dışlanmak anlamına geldiğini bende senin kadar iyi bilirim. Bedellere hazır olmanın gerekliliğini de…
48 yaşındaydın. Yabanda Gezinti acayip tuttu. Tutunamayanların, kaybedenlerin hayatlarını kara mizahını konuşturarak anlattın. Fahişeler, pezevenkler, keşler, alkolikler.... Hayatları boyunca bir kez olsun zora düşmeyen insanlar insanlıklarını bir adım yükseltemezken kaybedenler bazen öylesine insani gelişimler kaydediyorlardı ki, kayıtsız kalmak, onların hayatlarını anlatmamak olmazdı. Sen de baya bir iyi anlatıyordun. Hemingway’den övgüleri topluyordun.
Kitabın film haklarını satınca baya iyi para yaptın ama acayip bir hızla hepsini tükettin. Parasız kaldın, eleştirilerde gittikçe sertleşiyordu. Depresyona girdin, bir süre hastaneye yatırdılar seni. İntihara bile kalkıştın. Senin gibi hayata sımsıkı bağlı bir adam, nasıl oldu da… Neyse dostum, dünya garip bir muamma öyle değil mi. Olabilir işte, bazen herkes ne yapacağını şaşırabilir, çaresiz kalabilir, en son yapacağı şeyi en başta yapabilir. İnsanız işte, bu da hayat, daha önce hiç gelmedik ki böyle bir yere, tecrübesiziz işte, kullanma kılavuzumuz falan da yok, n'aparsın. Hayatın içinde bu da var.
Sinirli ve umutsuz zamanlarında, şu mavi, yeşil, kahverengi dünya için beslenen tüm sevgi, yüreğinin çalısından kalkan toz gibi uçup gidiyordu. Ruhun kum fırtınalarında tozdan eller tarafından hoyratça sarsılıyordu böyle anlarda. Kitabı sadece 750 tane satınca kötü hissediyor değil mi insan. İş intihara ile gidebiliyor demek Nelson…Ama sana bir dost tavsiyesi, bunun için değmezdi… Bir kitap için değmezdi inan…
Dünyevi aptallıklarla yüklü zayıf erkeklerin, kadınlığı etinden ibaret sanan kadınların bol paralı ve vahşi dünyalarına sokup sokuşturmaya devam, dostum. Sen ölmüş olsan bile devam… Vatansız bırakılmış yağız tenli sıska orman yalnızlarındanız, emeği kavgaya, kavgayı içmeye, kadın kovalamayı hem içmeye hem de kavgaya yeğ tutan efendisizleriz.
İnsanlar öylesine aç ve çaresizdiler ki üç kuruş para için bazen de karın tokluğuna kendilerini bu hale getiren düzen için sabah akşam çalışıyorlardı. Onlar çalıştıkça düzen güçleniyor, düzen güçlendikçe de onları daha da fazla eziyordu. Böylece çok daha fazla çalışıp daha da fakirleşiyorlardı. Sömürü, durup nefes almaya, düşünüp karar vermeye fırsat tanımayacak denli hızlıydı. Hepsinden daha acısı hayatlarının dehşetengiz yalnızlığıyla zehir saçan altın şehrin kapılarına doğru sürükleniyorlardı. Zengin şehirlerde ne kadar fazla sefalet çeken insan olursa o kadar fazla kaymak yiyebilen oluyordu çünkü. Sen bunları görüyordun ve yazıyordun. Devlet de sana kıl oluyor, hakkında soruşturmalar, dosyalar açılıyordu. FBI’da adına düzenlenmiş 500 dosya vardı dostum. Ama doğru yapıyordun, birileri çıkıp emeğin alnına bu dikenli tacı taktırmamalıydı, insanlığın altın çarmıha gerilmesine izin vermemeliydi. İnançla doğan güçlü sabahların ışıklarıyla uyanan, yalınayak ve gurur içinde cesurca yürüyen insanlara ihtiyaç vardı.
Onlardan biri de Edward Dmytryk’ti, adamın soyadında bir tane bile sesli harf yok. Garip bir adam, kesin yönetmendir. Hollywood’un hapse atılan meşhur on muhalif yönetmenlerinden biridir hatta. Doğruların bilinmesini isteyenlerden, ama doğrular devletlerin hiçbir zaman işine gelmez elbette.
Daha fazla anlatmayayım, Yabanda Gezinti’ yi çekmişti ya hatırlasana…
Hatta senaryosunu da John Fante yazmıştı, tozların içinde kaybolan aşkını arayan adam… Lou Reed’de parça yapmıştı. A Walk On The Wild Side… Şimdiler de hala barlar da çalar, gençler bayılıyor hala… Ben de seni hatırlıyorum dostum…
Yıl 1965. 57’yi devirdin. Betty Ann’le evlendin. Fena hatun sayılmazdı, iki yıl sonra boşandın. Üniversitelerde yaratıcı yazı hakkında dersler veriyordun ama fena halde içki içiyordun, bari kumar oynamasaydın. Kendini yok etme projene son hızla devam ediyordun. Yazmaya ve kendini öldürmeye devam ettin. Simone’u da unutamadın galiba. Bravo. Kalbinin seni 73 yaşına kadar taşımış olması göz ardı edilemeyecek bir başarı sayılır.
Ama laf aramızda onu unutamadın değil mi, evlenme teklifini reddettikten sonra…
Sorun sende değildi dostum, sen sadece yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kadınlaydın sadece, hepsi bu.
Hayat böyledir işte. Kadınlar varlarını yoklarını bir erkeğin peşinden koşarak harcamaya bayılırlar. Sevgiye ihtiyaçları yada aşksız yapamamaları falan tamamen teferruat. Asıl olan içlerinde olup bitenler işte. Çok az insan vardır ki onların içlerine inip orayı anlayabilsin, anlatabilsin. Bana sorarsan vakit kaybı ayrıca. Sen ne kadar seversen sev, kadın sevmediğinin gözünün yaşına bir an olsun bakmaz. Dedim ya sorun sende değil, takılmana bak.
Kalbinin kırıklıklarını sonradan mektuplarla düzeltmeye çalışan kadınlardan da korkmalısın, en az onlar kadar zeki olmalısın.
Aklından zoru olanların deneylerine kurban gitmeye değmez dostum. İki kişi varken üçüncü her zaman nal toplar, bunu unutma.
Kadınlara dikkat et. Nazlılıkları artıyorsa doygun hale geliyorlar demektir. Sevgileri azalıyor, istekleri artıyor demektir. Naz yapan bir kadına dikkat et ki –bunu tüm şeytani dişiliğinle yapacaktır. Keyfini çıkar ama kendini de kaybetme, boğulursun.
Bana kalırsa dert etmeye değmez. Sende yanlış yada eksik bir şey yok. Hayat böyle işte, garip bir muamma. Dedim ya sen sadece yanlış zamanda yanlış yerde ve yanlış kadınlaydın. Reddedildin evet, aşkına istediğin gibi karşılık bulamadın, bir başkasına tercih edildin, bunların hepsi gerçek. Ama dedim ya kafana takma dostum. Hayat ve kadınlar fena halde birbirlerine benzer. Sen onları umursamadığında peşindedirler ve peşlerine düştüğünde yokturlar işte.
Sen sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum. Boris Vian’ın dediklerini hatırla. Ve bence bir viski aç ve biraz caz dinle. Bir kulübe git, arkadaşlarınla sohbet et. Güzel kadınlara bak, sana bakışlarından keyif al. Yanlarına git yada yanına gelmelerini sağla. Eğlen ve keyfine bak. İnan hayatta kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler var. Karl Klause’a kulak ver biraz. Bir kadın olmadan yaşanmayacağı doğru değil, bir kadın olmadan yaşanmış olunmaz sadece… Ne onlarla ne de onlarsız kısacası. Ama dedim ya kafana takma. Bir sigara yak, dumanı ciğerlerinde dolaşırken bir yudum daha viski çek. Kulaklarına müzik doldur ve o harikulade yaratıkların kahkahalarıyla sarhoş ol. Öp onları, mutlu et, seviş ve mutlu ol. Kim anladı ki sen anlayacaksın. Onları anlamakla vakit geçireceğin kadar onlarla vakit geçir. Sevip sevilmemeye, aşka bu kadar takılma, dedim ya inan bana kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler de var şu muamma dolu garip dünyada. O yüzden barın diğer ucunda senden ateş bekleyen kadını fazla bekletme. Hepsi bu…
YALIN İNCE
13 Ocak 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder