13 Ocak 2008 Pazar

Can Yücel - Öfkeyle Sevdi

ÖFKEYLE SEVDİ

‘’Şairin söyleyişi ressamın deseni gibidir’’
Şiir silmekti karayazıyı ve yüzünü ışığa dönmekti onun için. Aydınlanmak ve aydınlatmaktı, umutsuzluk kayalarında açtırılan en çetrefilli zakkumdu.
Hayatın ve halkın içinde yaşadı ucundan tutarak, ilişik. En öfkeli mısraların, sevgiyle dolu satırların deli dolu şairiydi o. Can Yücel’di.
Öylesine güzel, bol sedalı bir akşamdan kalma haliyle sarılıveriyordu güne, yine en aydınlık en temiz yüzüyle. Sevdi kuşu, böceği, denizi, çayırı ve tüm insanları. Yedi bitiremedi gözleriyle ve yüreğiyle hayatı.
Anlattı derdini ti’ye alarak, o müthiş öfkesinin altından muhalifliğinin zapt edilemez okları fışkırdı ve yepyeni anlamlar çıktı altından her kazınışında mısralarının.
Dünya, omuzlarındaydı halkların, öyle söylüyordu, öyle inanıyordu. Nerde olsa bir ezicilik, diktalık, despotluk, salıverirdi hemen en keskin ve insancıl düşüncelerini dil, din, ırk gözetmeden.
Her gün aydığında ilk defa görmüş gibi dünyayı, sevecen bir şaşkınlık içinde öptü başına koydu doğayı, insanları. Kâh tepesi attı, attırıyorlardı bazen, tepetaklak ediverdi hepsini, sövdü en edepsizinden bir o kadar da şairane.
Öfkesi öfkeydi ve fakat delikanlı temizdi. Susmaya hiç gelemezdi, konuşmaktan da öteye geçerdi zaten. Tatlı sert şarap gibi yoğundu onun yüreğinin aroması. Bir de uslanmaz asi ruhuyla her vakit canı burnunda kıvrımlı keskin zekâsı buluşuverince insan sevgisini yücelten en isyankâr savunuculardan oluveriyordu can-ı gönülden.
Can oluyordu. Can Yücel oluyordu en kıvamından…

Dedesi Mevlanakapı müritlerinden telgraf nazırı Ali Rıza Bey, babası ise eski Milli Eğitim Bakanlarından ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu Hasan Ali Yücel’di.
Babası çağın en modern ve ilerici düşüncelerine sahip açık tutumlu biri, dedesiyse değişimlere pek ayak uyduramayan, günden güne içine kapanan, tutuculuğun bir ucundan tutmaya başlayan bir insandı. Aile içindeki Avrupai değişime katlanamıyor, öfke patlamaları yaşanıyordu zaman zaman. İşte böyle bir çatışmanın içinde büyüyordu Can Yücel. Siyasetçi babasının sıklıkla evden uzağa gidişleri Can Yücel’i daha hırçın ve uslanmaz bir çocuk yapıyordu. Seviyordu babasını ve ondan uzak kalmaya dayanamıyordu. Boğaziçi İlkokuluna yatılı olarak gönderiliyordu Can Yücel, hem şiire hem de futbola başlıyordu o yıllarda. Tam alıştı alışacak derken yeni düzenine, babasının işlerinin Ankara’ya uzanmasıyla onlarda tutuyordu başkentin yolunu.
Atatürk Lisesine kaydoluyor ve yeni çevresine alışmaya çalışıyordu Can Yücel. Bakan çocuğu olmasına rağmen arkadaşları hep mahallesindeki halktan çocuklardı. Tüm vaktini onlarla geçiriyor, sıkılıyorum dediği protokol hayatından çocukça kaçamaklar yapıyordu. Lisenin ardından Latince ve Yunanca öğrenmeye koyuldu. Hocalarıyla sürtüşmeyi kendine farz sayıyor ve muhalif tavrını tüm öğrenim hayatı boyunca sürdürüyordu. Haşarılığı ve inceden inceye siyasete doğru meyillenmesi babasını rahatsız edecek ve doğruca Londra’ya yollanacaktı. Cambridge’de eğitime başlayan Yücel’in hocası Bertrand Russell olacaktı. Geçen zamana karşın bir türlü ısınamamıştı İngiltere’nin soğuk ve ıssız havasına. Halkın içinde yaşıyordu o, günlük hayatı seviyordu. Allem kullem ederek babasını razı edecek ve Paris’e takacaktı kancayı.
Paris’te kendini bulacak, sanat ortamının ve hareketli günlük yaşamın tadını çıkaracaktı. Zaman zaman parasız kalsa da ufak tefek işler tutarak keyfini korumayı becerecekti. Ancak Türkiye’den gelen haberler süratle tadını kaçırdı. Babası Hasan Ali Yücel’in kurduğu Köy Enstitüleri kapatılmış, iktidar el değiştirmişti. Siyasal çalkantılar içinde yıpranan babası Can Yücel’i geri çağırmıştı. Can Yücel keyifli öğrenci hayatını bırakarak geri dönmek zorunda kaldı.
Türkiye’ye döndükten sonra da şiirlerine devam etti. 1950 yılında babasının da yoğun ısrarı ve desteğiyle ilk kitabı yayımlandı. Ama o dönem itibariyle bir türlü satışa çıkarılamayacaktı. 3 yıl sonra Kore Savaşı patlak vermiş, Can Yücel ise askerliğini Kore’de ki Türk Tugayında çevirmenlik yaparak tamamlamıştı. Askerlik dönüşü Londra’ da aldı soluğu tekrar ve 1963’ e kadar BBC’de Türkçe yayınlar bölümünde spikerlik yaptı. Nazım Hikmet’in ölüm haberi orada okuduğu son haber oldu ve Türkiye’ye geri döndü. Bu sefer ki istikameti Marmaris’ti. Rehberlik ve turizm müdürlüğü yaptı. Yine muhalif duruşuna karşı koyamayacak ve yönetimle ters düşüp işinden olacaktı.
Tekrar İstanbul’a döndü. Bu dönemde politikayla daha yakın temaslar içine girdi. Hayatı boyunca yanlışlıklara, tersliklere, tabulara karşı durması başını da onca belaya sokacaktı. İki kez hapis cezasına çarptırılmıştı.
İlkinde mahkûm edildi ve Adana Cezaevine kondu. Hapislik günlerinde yine aynı tavrını ve kıvrak zekâsını muhafaza edecekti. Ziyaret günlerinde kendisine getirilen üzümlerden bir güzel şarap yapmış, uzun süre cezaevi yönetimine çaktırmadan tüm koğuşça demlenmişlerdi. Sonunda durum anlaşılacak ve Can Yücel üç gün üç gece üzerine tazyikli su sıkılarak hücre hapsine mahkûm edilecekti. Buna rağmen yinede mizahi gücünü kaybetmeyecek, o kadar şarabın üstüne iyi geldi diyecekti.

Affın çıkmasıyla özgürlüğüne kavuştu ve çok sevdiği Datça’nın yolunu tuttu. Öfkesi, kıvrak zekâsı, ince mizahı ve elden düşürmediği, yerli yerine oturan küfürleriyle şiirlerini döktürmeye devam etti. 1997’ de ikinci kez mahkûmiyeti onandı. Fakat Can Yücel bu sıralarda bademciklerini saran kanserle savaşmaktaydı, hapis, mahkûmiyet umurunda bile değildi onun. Aradan iki yıl geçti 1999 yılının 12 Ağustos günü çok sevdiği, mezarım oldun dediği Datça’sından yumdu gözlerini deli dolu yaşadığı hayata.

Başka türlü bir şey istediğini bangır bangır bağırdı en muhalif ve en sevgi dolu mısralarında. Ağaç, bulut, deniz, memleket, hava hep en güzel renklerde, en güzel tadlarda akıveriyordu sevgi dolu kalbinden deli bozuk kalemine.
Yüzüne eski terlik gibi bakanlara ne hınzır entariler giydirdi cümle-kelime ipliğinden dokunan. Terse ters, düze de ters gitti, tersten yaşayası vardı belki de hayatı. Düzünden yaşayıp ta ayakta uyuyanları ve uyutanları görünce.. Kafasını ütüleyen serçelere bile şiir hediye edecek kadar ince yürekli, forslu makam sahiplerine kafa tutacak kadar da mangaldı o yürek. Çok mangal da yakmıştı severdi demlenmeyi cenneti buldum dediği kutsal Datça’ sın da. Kekik kokuları karışırken çırçırların şamatasına düzü elinde, Güler yüzü gönlünde, yazdı ve yaşadı akarsu gibi. Onun gözleriydi asıl yeni dağılmış bir okul gibi cıvıl cıvıl.
Ege’nin maviliğini tuttu, eli deniz yazdı, gönlü dağ kadar büyük ve taze kekik kadar ferah zihni koşuşturdu hep bir derdin peşinden usulsüzce. Öfkesi hep güzelliğin, doğruluğun izinde, döşedi zihnin peteklerini en katıksız, en aydınlık balla.
Hazzın, özgürlüğün, yola gelmezliğin, muhalifliğin, coşkunun, arzuların, dili yarıp yarıp yeniden kurmanın, şiiri candan yüceltmenin şairiydi o, Can Yücel’di.

Aptallığa, haksızlığa kızıyordu. İnsanın olduğundan, olabileceği insana yol alması üzerine engeller koyan ne kadar unsur varsa, hepsine öfke duyuyordu.
Öfkesi sevgisinin üstüne sürdüğü bir merhemdi, sevinçlere gebe acılar şenlensin diye…



Yalın İnce






Can Yücel’den

Körü Körüne YaşamakBağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. "O olmazsa yaşayamam" demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o'nu sevdiğinden. Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini... Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları... Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. "O benim" diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin... Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Hiç yorum yok: