13 Ocak 2008 Pazar

Marc Levy - Sevgiyi Anlatan İzmirli

SEVGİYİ ANLATAN İZMİRLİ

İyi bir insana benziyor. Çalışkan, düşünceli ve nazik. Bana hep iyi davrandı, isteklerimi eksik etmedi, yanından hiç ayırmadı ama yine de onu tam olarak tanıdığımı söyleyemem.
Hangimiz bir diğerini tamamen tanıyor cümlesini ben de çok yazdım ama bunun mümkün olduğuna dair umudumu hiç kaybetmedim. Sanırım bu bir yolculuk, hiçbir zaman sonu olmayan uzun bir yolculuk. Varılacak yerden öte birlikte yürünen yol daha değerli galiba. Tam olarak ben de bilmiyorum çünkü hala her şeyini benimle tam olarak paylaştığını sanmıyorum.
Çok güzel günlerimiz geçti birlikte, ortalığa neşe saçtık, enerji dağıttık, sevgi sözcükleri tasarladık, üzüldüğümüz de oldu, her birliktelik gibi.
Ağladık, küs kaldık, uzun zaman konuşmadık. Birbirimizden nefret ettiğimiz zamanlar da oldu, aşktan gözümüz hiçbir şeyi görmedi bazen. Ama bir şekilde hep yan yana yürümeyi başardık. Beni terk ettiği zamanlar da oldu, itiraf ediyorum, beni sevmediği zamanlar, başkalarına gittiği de oldu. Beklemesini öğrendim, geri döneceğini biliyordum. Bende boynumu eğip duracak değildim tabi, çalıştım, didindim, yorgun düşüp uyuyakaldım. Coşkuyla günlerce uyumadığım da oldu. Mürekkepsiz kaldığım zamanlar da oldu, koca koca kitaplar yazdığım da.

Tanışıklığımız çok eskilere dayanıyor, lisedeyken şiirler, mektuplar yazıyorduk.
Sonra üniversite yılları başladı. O zamanlar konumuz uzun bir süre sabit kalmak üzere değişti. Çizgiler çiziyorduk buzlu kağıtlara. Bazen uzun sıkıcı saatler boyunca teknik çizimler yapıyorduk, yoruluyorduk, usanıyorduk. Bazen de hiçbir kurala bağlı kalmadan eskizler yapıyorduk. Beynimizde uçuşan kütleleri insani formlara sokuyorduk. Rohe’den, Corbusier’den, Gaudi’den bahsediyorduk. Hadid’i pek sevmiyorduk. Aalto ve Siza’yı beğeniyorduk. Fransa’da bir çok projeye imza attık. Marc o zamanlar mimarlık yapıyordu, dedim ya liseden beri birlikteyiz, üniversitede başladık mimari çizimlerimize. O bana yeterli ilgiyi gösteriyor ve hayal gücünü açıyordu bende mürekkebimi onun isteklerini yerine getirmek için akıtıyordum. Eğleniyorduk, para kazandık, bir hayli kazandık. Hatırı sayılır bir üne bile kavuştuk. Fransa’dan Amerika’ya taşındık sonra. Marc kendisi gibi bir mimar arkadaşını da yanına alarak büyük bir şirket kurdu. Benim de bir hayli arkadaşım oldu böylece.
O proje senin bu proje benim derken, beş yüzü aşkın tasarım yaptık.
Ama Marc sıkılmaya başlamıştı. Farkındaydım. İş bitince geceleri benimle dertleşiyordu. Mekanlarımız beyaz kağıtlar oluyordu bu sefer. Uzun uzun anlatıyordu kendini, içinden geçenleri, gerçekten yapmak istediklerini.

Bir keresinde küçük oğluna uyumadan önce anlattığı o gizemli hikayelerden birini bana da anlattı. Çok sevdim, gerçekten çok duyguluydu. Onu cesaretlendirdim.
Bu güzel hikaye burada kalmamalı dedim, bunu yazması gerektiği söyledim. Elimden ne geliyorsa yapacağımı ekledim. Beni kırmadı, çok sevindi üstelik. Zaten kız kardeşinin kalemini de tanıyordum, onlarda senaryo yazıyorlardı. Birlik olup Marc’ı iyice teşvik ettik. Beni yanına alarak evine kapandı. Büyük bir coşkuyla işe koyulduk, dedim ya uykusuz da kaldık, bazen yapamayacağımızdan korktuk, zaman zaman küstük, ama bir şeyi itiraf edeyim mi, asla inancımızı kaybetmedik ve asla vazgeçmedik.
Modern dünyaya ve kariyer savaşına karşı hayalperestlik kazanabilir miydi acaba. Ama umurumuzda değildi, asi romantikler böyle şeyleri umursamazlardı. Biz de umursamadık, onun içinden geçenleri kağıda geçirebilmesi için elimden geleni yaptım, ben de çok çalıştım ve sonunda oldu, ilk kitabımızı yazmıştık, Keşke Gerçek Olsa gerçek olmuştu. Akabinde kitap büyük bir başarı kazandı, yine itiraf edeyim ikimiz de bunu beklemiyorduk.

Bir gece evde yine çalışırken bir telefon geldi, arayan Steven Spielberg’ti. Ben masada kaldım telefona Marc baktı. Sesi hafiften titriyordu, çok heyecanlanmıştı.
Ne konuştuklarını tam anlayamadım ama Marc ajandayı çıkarıp bana Spielberg’le bir randevu tarihi yazdırdığında olacakları hemen hemen tahmin etmiştim bile. Çok geçmeden kitabın film haklarını satın alındı, sonrada film oldu. İzlemeye beraber gittik, hem gururlandık hem de sevindik doğrusu, filmi de beğendik üstelik.
Marc aniden mimarlığı bırakmaya karar verdi, başlarda biraz kırılsam da sonraları alıştım. Bana bu konuda fikrimi sormamıştı doğrusu. Ama yeni kitaplar yazmayı bende sevdim, hele ikincisine başladıktan sonra tekrar projeler yapalım deseydi tepkim sert bile olabilirdi. Oğlu gözümüzün önünde büyüyordu bu arada, o da kendine bir yol arkadaşı bulmuş, bir şeyler karalamaya başlamıştı bile.

Marc bazen bana geçmişiyle ilgili hikayeler anlatıyordu. Tam olarak kendi kısa tarihi değil tabi. Babasından bahsediyordu, dedesinden. Daha doğrusu dedesi hakkında anlatılan havalı hikayelerden. Bir gün köklerini aramak için yola koyulmak istediğinden de bahsetti. İzmir’e gidip ailesinin köklerini bulacakmış. Size ait olmayan, ait olmadığınız ama size dair bir şeyler barındıran bir şehir insana hiç tatmadığı duyguları yaşatabilir. Gerçekten heyecan verici. Daha öce hiç yürümediğiniz sokaklarda yürürken, geçmişten gelen bir hüzün dalgası usulca ayaklarınızı ıslatır. Boş sokaklarda daha önce oradan geçmiş insanların bölük pörçük seslerini işitirsiniz, kent size geçmişinden anılar sunmaya başlar, ama ancak hissederseniz görebilirsiniz.
Marc bana bir gün İzmir’e gitmek istediğinden bahsederken benim ağzımdan da yukarıda ki birkaç satır dökülüvermiş. Böylece onu teşvik etmiş oldum. Gidip geçmişinin peşine düşmesinin bize yeni hikayeler getireceğini söyledim. Bu konuşmaları yaparken Amerika’daydık, sonra Marc bütün zamanını yazmak için kullanmaya karar verince Amerika’dan ayrıldık, Londra’ya taşındık. Artık sadece roman yazacaktık. Nerdeyse her yıl bir tane üretmeyi başardık. Önce Nerdesin’i yazdık, sevildi, okundu. Kariyer ve macera arasında farklı seçimler yapanların ortak bir aşkı paylaşıp paylaşamayacağını tartıştık, ikimizin de farklı fikirleri vardı ama ortak bir dille aklımızdan geçenleri anlatabildik. Ardından Sonsuzluk İçin Yedi Gün’e başladık, Tanrı ve Şeytan dünyanın geleceği için karar vermeye koyulmuşlar, dünyaya iki tane ajan göndermişler. Marc haberi aldığı gibi bana bildirdi, olur, yazalım dedim. Gelecek Sefere kitabında Rus bir ressamın kayıp tablosunun peşinden yollara düşen Amerikalı bir tarihçinin ruhuna girdik. Bizi Amerika’dan Avrupa’nın dört bir yanına savurdu. Yola Boston’dan çıkmıştık, Londra’ya uzandık, oradan İtalya’ya geçtik, Floransa’da gezindik, derken Paris akabinde St.Petersburg. Kayıp tablonun peşinde bir aşk hikayesi yaşadık kısacası. Sırada Sizi Tekrar Görmek vardı, ilk kitabımızın hikayesini bıraktığımız yerden devam ettirdik. Sevgiyi ve inancı paylaştığımız uzun yıllar geçirdik.
Birbirimize sımsıkı bağlandık. Ama son birkaç yıldır kendimi çok rahat hissetmiyorum. Marc edebiyatın yanı sıra şu çağın sanatı denilen şeye de merak duymaya başladı. Sinemaya. Spielberg’e kızasım geliyor. Belki de her şeyi Marc’ın kafasına sokan o oldu. Bana kısa metraj bir film yapmak istediğinden bahsetti Marc, senaryosunda birlikte çalışmayı teklif etti. Ona hayır diyemezdim.
Nabila’nın Mektubu adında bir kısa film senaryosu yazdık. Filmi de kendisi çekmek istedi, bir şey demedim. İşte o dönem bir hayli ayrı kaldık. Ben sadece eskiden yazdıklarımızı düzeltebiliyordum, yeni bir şeyler yazamıyordum, mürekkebimi bile koymuyordu. İhmal edilmek bana hiç gelmedi, sevmedim. Uzun süre filmle uğraştı, ilk gösterimine yine birlikte gittik. Eleştirmek için yanıp tutuşuyordum ama olmadı işte, beğendim. Sanırım Marc’ın büyük tutkusu yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Yazmanın yanında film de yapmak istiyordu. Zaten kısa filmle bir çok ödül de aldı, insanlar da destek oluyorlar, onu teşvik ediyorlardı.

Şimdi Marc içindeki sesi dinliyor yine. Hepimiz dünyanın karanlık bir tünelden geçtiğinin farkındayız.
Ruhlar ne kadar kirlense de, içinden geçtiğimiz tünel ne kadar karanlık olsa da zihnimizi zinde tutarak ve kalbimizi sevgiyle besleyerek yürümeye çalışıyoruz. Bu karanlık tünelde Marc’ın elindeki fener olmaya çalışıyorum. İnsanların birbirlerini sevmek ve güvenmekten başka daha yüce bir meziyetinin olmadığı gerçeğine biraz daha ışık tutmaya çalışıyoruz. Çünkü eğer cennet varsa bunları emrediyor olmalı.
Sevginin gücüne inanıyor Marc, bana sorarsanız bunu çokta güzel anlatıyor. Bana da ona ayna tutmak düşüyor. Ben her zamanki gibi görevimi yaptım. Bir kalemin görevi yazarına hizmet etmekten başka ne olabilir ki? Onu yalnız mı bırakacaktım, asla. Yine hummalı bir çalışmaya giriştik, ilk uzun metraj filminin senaryosunu bitirdik.
Şu sıralar yine yalnızım.
Marc, Londra’da filmin çalışmalarına başladı. Uzun bir süre görüşmeyeceğimizi tahmin ediyorum ve uzak kaldıkça onu tam olarak tanıyıp tanımadığımı düşünüyorum. Ama iyi bir insana benziyor, çalışkan, düşünceli ve nazik…



YALIN İNCE

Hiç yorum yok: