13 Ocak 2008 Pazar

Rıza Tevfik Bölükbaşı - Feylezof

FEYLEZOF RIZA

Şair, filozof, politikacı, doktor, pehlivan Rıza Tevfik 1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde yer alan, o yıllarda Edirne’nin bir kasabası olan Cesir’de (Mustafapaşa) dünyaya geldi.
Yaşamında birçok davaya girişen, mücadeleci hatta kavgacı bir insandı Rıza Tevfik. Engin bilgisinin yanında çeşitli sanat mecralarına merak duymuş, özellikle lisan konusunda kendini fevkalade donatmıştı. Sekiz dil yazıyor, okuyor ve konuşabiliyordu. Birçok sıfatından en beğendiği en zevk aldığı ve her daim imzası olarak kullandığı ise filozofluktu. İşte belki de bu yüzden seveni kadar sevmeyeni, sert eleştirenleri de oldu. Herkesin gözünde muntazam bir şair ve gayet donanımlı bir bilgi adamı olan Rıza Tevfik iş felsefeye gelince ağır eleştiriliyor, bazı güruhlar tarafından filozofluğu onaylanmıyordu. Şairliği kabul gören ve belki de en sert eleştirenler tarafından bile zevkle okunan bu adam kendisine filozof denmesini istiyordu. Birde üstüne politikaya girişince eleştiriler de sıklaştı. Rıza Tevfik’in şiire ve bilime, politikacılık karıştırmasının kendisine büyük zararlar verdiğini düşünen muhalifleri az değildi. Geniş bir kültüre ve yüksek bir sanat kabiliyetine sahip olduğunda hem fikir oldukları gibi, öfkesinin, ihtiraslarının ve kapıldığı inadının onu yanlış yollara soktuğu fikrinde de mutabıktılar. Muhaliflerine göre Rıza Tevfik sadece sanatına eğilseydi tüm hayatı ve sonrası boyunca herkes tarafından en çok sevilen ve sayılan adam olurdu. Ancak başkalarının tanımlamaları ve şahsi temennileriyle yapılanan insanlar ancak vasat sularda yüzebilirler. Beğenilmek ve sevilmek her zaman doğru yolu aydınlatan fenerler olmayabilir. Rıza Tevfik’te kendi bildiğini iyi yada kötü, okumaya devam edecekti.

38 yaşındayken yıl 1907, Rıza Tevfik, İttihat ve Terakki Cemiyetine girdi ve bir yıl sonra Edirne milletvekili o zaman ki deyimle mebusu oldu. Bir süre sonra cemiyetle anlaşmazlığa düştü, Balkan Savaşının İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine karşı çıkıyordu. 5 yıl sonra 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne girdi. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Eğitim Bakanı oldu. İstanbul Üniversitesi o zaman ki adıyla Darülfünun’da felsefe dersleri verdi.
Rıza Tevfik, milli mücadeleye inanmasına rağmen, İttihatçıların çeşitli gizli kapaklı oyunlarından usandığını ve artık onların biçim değiştirip kendilerini aldattıklarını düşünmüş ve onları karşısına almıştı. Ancak tarihin bin bir türlü oyunlarının bir başkası onu Sevr Anlaşmasını imzalayanların arasına sokmuş, büyük talihsizlik yaşatmıştı. Sevr Anlaşmasını imzalayınca derslerini günü gününe takip eden, destekçisi ve hayranı olan genç öğrencileri bile ona isyan ettiler. İstanbul Üniversitesinden ayrılması bu isyanlar sonucunda oldu. Adı daha yüz elliliklere karışmadan gençlik hocalarını affetmediğini sert ve kesin bir tavırla yüzüne vurdu.
Tepkili, inatçı, dediğim dedik yapısıyla politika gibi çok yollu bir terazide hep yanlış tartıyordu. Ona göre değildi belki de, bir çoğu da olmadığını düşünüyordu.

Tartışmaktan çekinmiyor bilakis sanki istiyormuşçasına davrandığı da oluyordu. Türk Şiiri’nin konuşulacağı bir konferansta bahis Fuzuli’den açılınca Rıza Tevfik, Fuzuli’nin Türk olmadığını iddia etmişti. Katılımcıların pek hoşuna gitmeyen bu iddiasında ısrarcı olmaya devam edince yuhalanarak kürsüden inmiş ve konferansı terk etmişti. Onu sert eleştiren isimler arasında Ömer Seyfettin’de vardı. Ömer Seyfettin, Rıza Tevfik’i eleştiriyor, onu bir filozof olarak kabul etmiyordu. Rıza Tevfik ise her işinin altına filozof Rıza Tevfik ismiyle imza atmaktan büyük keyif alıyor ve tüm sıfatlarından önce filozofluğunu tutuyordu. Ömer Seyfettin ve Rıza Tevfik İstanbul’da zamanın bilgi dairesinde aynı ortamda rast gelmişler ve çevrelerindekiler ister istemez bir münakaşanın başlayabileceğinin farkındaydılar. Ziya Gökalp’ta oradaydı. Beklenenin tersine Ömer Seyfettin ve Rıza Tevfik arasında değil, Ziya Gökalp ve Rıza Tevfik arasında bir tartışma başlamıştı. Rıza Tevfik, Farabi ve İbni Sina’nın Türk olmadığını iddia ediyor, Ziya Gökalp ise şiddetle karşı çıkıyor ve ispatını talep ediyordu.

Hakkında o kadar farklı fikir vardı ki, kimileri ona İngilizlerin Dickens veya O.Wilde tarzında modern meddah yakıştırmaları yapıyor, bazıları da Rıza Tevfik’in her telden çalan, avare bir düşünce heveskarı olduğunu düşünüyordu. Garipsenecek derecede abartılı eleştirilerin yapıldığı da olmuyor değildi. Zamanın profesörlerinden biri Rıza Tevfik’i eleştirmeye başlarken; onun devrinin en bilgili adamlarından biri olduğunu, fikir hayatında doğu ve batıyı birbirine yaklaştırdığını, felsefenin problemlerini ilk elden tetkik eden ilk fikir adamı olduğunu, sahip oldukları felsefe lügatının önemli bir kısmını ona borçlu olduklarını, liselerde, üniversitelerde gerçekçi ve seviyeli batı düşüncesini ilk defa onun okutmuş olduğunu ve bir çok insanda felsefe merakı uyandırmış olmasına rağmen ondan beklediklerini tam olarak karşılayamadığını söylüyordu.
İşte garipsenecek durum da tam olarak bu; bunlar bir şair ve fikir adamı için gayet büyük ve güzel işler. Ancak politik kişiliğine yapılması gereken yada en azından o sınırda kalması gereken eleştiriler edebiyatçı yanına kaymaya başlayınca ipi sapı kaçmış, dağınık, sonuca yönelik olmayan eleştiriler çöplüğü oluşuyor, lafı söyleyende, dinleyende beyhude zaman harcamış oluyordu. Buna sebep Rıza Tevfik’in kendi becerilerini ve ihtiraslarını dengeli kullanamamasından da kaynaklanıyor olabilir pek tabi. Taşkın bir zekaya ve kontrol edemediği bir heyecana sahipti. Taşkın zekalar böyledir. Zayıf gördükleri yerde bazen birdenbire kuvvetli ve kuvvetli sanıldıkları yerde de zayıf oluverirler.

İttihatçılarla arası açıldıktan sonra muhalefetine devam ediyor. Fırsat bulduğunda açıkça eleştiri oklarını savuruyordu. Yine böyle bir günde Rıza Tevfik bir arkadaşıyla birlikte Büyükada iskelesine yakın bir otelin giriş merdiveni üzerinde, büyük saçağının altında yönetime muhalefet ediyorlar, yüksek sesle nutuk veriyorlardı. Ancak yönetiminin aldığı kararlar doğrultusunda konuşma yapacak, nutuk atacak kimse sadece kapalı mekanlar içinde bunu gerçekleştirebilecekti. ‘’Dam altında’’ konuşabilecekti. Bu durumun açık ucunun oynaklığına uyanmayan muhalifler söz konusu tarifeye itiraz etmeyi akıl edememişlerdi. Öğle güneşi açı değiştirip Rıza Tevfik’in fesinin gölgesi de bahçeye düşüverince dinleyiciler arasında ki sivil giyimli ittihatçı uyanık bir polis durumu kıvrakça fark ediyor ve bu fırsatı değerlendirip Rıza Tevfik’i ihbar ediyordu. Bu ihbarın değerlendirilmesi üzerine Rıza Tevfik 25 gün hapis cezasına çarptırılacaktı.
Muhalif dönemlerinde çok kez saldırılara uğramış, köşe başlarını kesenlerle çokça dövüşmüştür. İlk gençlik yıllarından beri sporla haşır neşir olan Rıza Tevfik 70 yaşındayken bile idmanlarını aksatmaz günde 250 kova su çeker ve güreş tutardı. Rıza Tevfik bir gün Sirkeciden geçerken iki hamalın ağır bir sandığı bir türlü yerinden kımıldatamadığını görür, başlarında bulunan kahyanın da onca emiri ve teşvikleri işe yaramadığını anlar. Ceketini çıkararak sandığa yapıştığı gibi yalnız başına hamalların şaşkın bakışları eşliğinde sandığı yerinden oynatır. Hamallar, giyim kuşamına aldanıp beyzade torunu zannettikleri adamın bu denli güçlü kuvvetli olmasını hayretle seyrederler. Rıza Tevfik, ertesi gün bir mahalle kahvesinin önünden geçerken kahveden fırlayan ona yakın hamal onu durdururlar ve tek tek elini öper. O denli güçlü, kuvvetli ve sağlam yapılı bir vücuda sahiptir.
Hayatı hem renkli hem sert mücadelelere sahne olmuş, hem de sürgünde geçmiş bu şairin biraz da çocukluğundan bahsedelim;

Rus muharebesinden yedi ay önce, İstanbul’a geldikleri zaman Türkçe’yi tam anlamıyla öğrenmişti. Bu sıralarda, İstanbul savaş dolayısıyla karmakarışıktı. Alyans İzraelit adında bir okulda 4 yıl öğrenim görecek, Fransızca ve yahudiceyi ana dili gibi öğrenecekti. Bu süre zarfında ülkede çevrilen bir çok entrikaya şahit olacaktı. Bu deneyimleri onu zamanla hamleci ve atak bir yapıya büründürecekti. Devamında eğitimini Mektebi Sultaniye’de sürdürecektir. Hocaları tarafından sevilen ama bir o kadar da yaramaz ve serkeş bir öğrenciydi, yönetimle arası bir türlü düzelmedi ve iki yıl sonunda eğitimini yarıda bırakarak Gelibolu’da bulunan babasının yanına döndü. Yapı itibariyle her türlü otorite mekanizmasına daha doğuştan asi bir tepkisi mevcuttu. Bir yerde doğru yada yanlış baskın bir gücün olması sadece varlık itibariyle onu rahatsız ediyor, sonuçta kendine zarar verme pahasına da olsa otomatik bir muhalifliğe tutuluyordu.
Yenemediğiniz otorite sizi hırpalar. Yumruk rakibi deviremiyorsa sizi yoruyor demektir. Tüm bu çıkışları, dik kafalılığı, otorite ve disiplin tanımaz davranışları son tahlilde kendisine zarar ettiriyor, onu okullardan soğutuyordu.
Gelibolu’ya döndüğü zaman, özlemini duyduğu özgür ve açık havalara tekrar kavuşmuştu. İsyankarlığının hürriyetle buluşması onda ki şiir kabiliyetinin ortaya çıkmasını sağlayacaktı. Bu sergüzeşt günleri çok üzün sürmeyecek, babasının da zoruyla Gelibolu Rüştiyesine girecekti. Haftanın en az üç günü okuldan kaçıp, dağ, bayır gezse de, denize inip balık tutup hayat hovardalığı yapsa da şaşırtıcı bir başarıyla okulu birincilikle bitirecekti.

Rıza Tevfik, Gelibolu Rüştiyesinden sonra Mektebi Mülkiyeye girdi. 17-18 yaşlarındaydı. Kendini tamamen şiire vermiş, ara sıra gazetelerde de yazıları çıkmaya başlamıştı. Serbest bir eğitim anlayışına sahip bu okulda modern ve özgür düşünceye mensup filozofları okuyan ve okutanlar yer alıyordu. Ancak ülke yönetimi zamanla okulun bu yapısını değiştirmekte gecikmedi. Yönetim, hocaları görevlerinden alıyor ve onları okul dışında konumlandırıyordu. Özgürlükçü ve bireyci karakteri yine Rıza Tevfik’in rahat durmasını engelliyor, bu duruma isyanını dile getiriyordu. Fazla mukavemet gösteremeden bu okuldan da kovuldu.
Bir müddet sonra, gayet başarılı bir sınav sonunda tıbbiyeyi kazanacak ve ona ilk unvanını kazandıracak eğitimine başlayacaktı.

Yıllar kalemin mürekkebi gibi farkına varmadan akmış, siyasete girmişti Rıza Tevfik.
1920’de Sevr’i imzalayınca 1922’de ülkeden kaçacaktı;

İstanbul’dan alelacele çıkmıştı. Yanında birkaç liradan fazlası yoktu. O zaman Aksaray’da bir apartmanda eşi, küçük oğlu ve kayınvalidesi ile birlikte yaşıyordu. Eşi, vapura yetişmiş ve Rıza Tevfik’e az da olsa para verebilmişti. Bilinmeyen ufuklara doğru zorunlu yelken açarken, nereye gideceğini, nerde kalacağını ve nasıl ayakta durabileceğini bilmiyordu. Ufak, tefek, eski bir vapurdaydı. İstanbul’un çehresine son bir kez daha hasretle bakarken, dünyada bundan güzel tek bir şehir daha yok diye geçirdi içinden. Güneş batıyor, sular kararıyordu, ölüm de böyle bir şey olmalıydı, insanın gözünde fer kalmayınca dünyayı böyle görebilirdi ancak…

Yemek vakti gelince, güvertenin pervazına kenetlenmiş parmakları birer birer prangalarından kurtuluyor ve çalan çanın emredici sesiyle adeta itaatkar bir hayvan gibi salonun yolunu dalgın bir mizaca bürünerek tutuyordu. İnsanlar sohbet ediyorlar, kah kahkahalar kah ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Bu insancıl gürültü bir an için Rıza Tevfik’in önündeki kara perdeyi indirdi, o da konuşmaya başlamıştı. Fakat içindeki huzursuz bir dürtü, sevdiklerinden, kendinden olan bir çok şeyden usulca uzaklaştığını ona hatırlatıyor, yarasını deşiyor, göğsüne ince ince hasret sancıları sivri, zehirli oklar gibi batmaya başlıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde çıkan fırtınanın gemiyi neredeyse batıracak olmasına bile aldırmıyor, geceyi geminin eski püskü sandallarının birinin içinde, gözlerinin biraz önünde oynayan İstanbul filmini izleyerek geçiriyor, soğuk rüzgar akan göz yaşlarının tek bir tanesini bile donduramıyordu.
Yürek çırpınışlarıyla geçen yolculuk bitmiş, gemi İskenderiye rıhtımına çıkmıştı. Orada üç gün üç gece kaldıktan sonra Kahire’ye hareket etti. Fakirane bir otele yerleşti, rahatça gezip dolaşabilmek için Bedevi kıyafetleriyle kuşanacak, sakal bırakacak ve Mısır’da böylece gezecekti.

Gurbette geçen 17 yılda hayatta başka anlamlar olduğunu da anladı. Hayatın kendi içinde bir düzene ve dinginliğe, akışa sahip olduğunu düşünmeye, kadere inanmaya başladı. Yorgunken, kabullenmek dinlendirir. Yorgundu, üzgündü, belki de bu yüzden huzuru ümidediyordu. Bir noktadan emin di hala, herkesin iradesi ve bakış açısı, algısı, görgüsü yorumu farklıydı, işte bu sebepten de yörüngesinde olduğumuz çemberlerin çizgileri, sınırları kesin değildi. Durgun denize atılan küçük bir taşın yarattığı, büyüyen, küçülen, iç içe geçen ve usulca yok olan, muntazam bir düzen içinde gibi görünen ve bir o kadar uyumsuzluğu barındıran dalgalar gibiydi insanların yaşama bakışları.
Memleketinden ayrılırken yüreğinde getirdiği hasret duygusu tüm sevdiklerinden uzaktayken onu öksüzleştiriyordu. Kendini öksüz hissediyor ve bu yalnızlık onu doğaya yaklaştırıyordu. Zaman zaman yaşadığı bu sürgün günleriyle çocukluk günleri arasında küçük köprüler inşa ediyor, her adımında, her merdiveninde bir parça hasret gideriyor, acısını çocuksu heyecanların ferahlığına gömüp, yanan yüreğine serin sular serpiyordu. Ama bazen de öylesine yolsuz, öylesine çaresiz ve kayıp hissediyordu ki kendini gözlerini yumduğunda evrenin ücra köşelerinde kayboluyor, kah bir çölün ortasında çadırlarda yaşan bir Bedevi ruhuna bürünüyor, kah Dante’nin şiirlerinde kayıp ruhunu kovalıyordu. Gurbetlik, adamım diyenin en hası için bile meşakkatli ve hırpalayıcı bir süreçti.

Mısır’ın ardından Lübnan’a geldi ve bir sahil kasabası olan Cünye’ye yerleşti. Lübnan sahillerinde kendi dünyasında yaşarken toplumdan ne kadar uzaksa doğaya o kadar yaklaştığını hissediyordu. Cünye körfezinin ıssız sahillerinde başıboş bir avare gibi dolaşıyor, çocukluğundan kalan hatıraları kovalıyordu. Kendine kalan beyhude hayallerden öte değildi, başa dönmüştü belki de, çocukken nasıl okuldan kaçıp Gelibolu sahillerinde avarelik ediyorsa, şimdide Türkiye’den kaçmış başka bir ülkenin topraklarında yine ıssız sahillerde başıboş serserilik ediyordu. Yaşamı, çocukluğu üzerine inşa edilen hayal köprülerinde geçiyordu. O öksüz çocuğu deniz kenarlarında, gölgeli serin derelerde, ağaçlıklarda, menekşeli çimenlerde, tabiatın ortasında beyhude aradı durdu, tek bulduğu daha da ağırlaşan yalnızlığıydı.

1943 yılında Af Kanunu’ndan yararlanarak ülkesine döndü. 1949 yılında Lefkoşe’de bir matbaa Rıza Tevfik’in şiirlerini toplamış ve Serab-ı Ömrüm adlı bir kitap haline getirmişti. Aynı yılın Aralık ayının otuzuncu Cuma akşamı ve Cumartesi gecesi saat dokuz buçukta Gureba Hastanesinde felç tedavisi yapılırken, karısını ve üç kız çocuğunu kaybettiği ince hastalık, zatüreden yaşamına veda etti.



YALIN İNCE


Serab-ı Ömrüm’den bir şiiri;

UÇUN KUŞLAR Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.Ormanlar koynunda bir serin dere,Dikenler içinde sarı gül vardır.O çay ağır akar, yorgun mu bilmem?Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem?Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem?Yüce dağ başında siyah tül vardır.Orda geçti benim güzel günlerim;O demleri anıp bugün inlerim.Destan-ı ömrümü okur dinlerim,İçimde oralı bir bülbül vardır.Uçun kuşlar, uçun burda vefa yok;Öyle akar sular, öyle hava yok;Feryadıma karşı aks-i seda yok;Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.Hey Rıza, kederin başından aşkın,Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,Sende -derya gibi- daima taşkın,Daima çalkanır bir gönül vardır.

Rıza Tevfik



Anket

Cumhuriyet gazetesi 1957 yılında Türkiye’de yapılan ilk edebi anket başlığıyla yayınladığı haberde 1910 tarihinde Rıza Tevfik ile yapılmış epeyce uzun bir soru cevap metni yayınlamış. Rıza Tevfik’in bazı sorulara verdiği yanıtlar, kıvrak zekasını, nükteci ve mizahi kişiliğini yansıtıyor. Bu soru cevaplardan bazıları aynen şöyle;

-Yabancı dillerde en sevdiğiniz roman?
-Çok okuyamadım. Fakat Tolstoy’un Basülbadelmevt’ini (Ressurection) beğendim.

-En çok sevdiğiniz lisan?
-Kendi lisanım!

-En çok sevdiğiniz hayvan?
-Söyleyemem. Nezaketsizlik olur.

-Durgun denizimi, fırtınalı denizi mi seversiniz?
-Fırtınalı.

-Güzellikle zekadan hangisini tercih edersiniz?
-Zeka

-En çok sevdiğiniz erkek ismi?
-Babamın ismi, Mehmet’tir.

-En çok sevdiğiniz kadın ismi?
-Sevdiğim kadının ismi.

-Sizce, şimdiye kadar gelip geçmiş insanların en büyüğü kimdir?
-Bunu pek kestiremem: Çünkü türlü türlü kıyafetlerle gelmişler!

-Nasıl ölmek isterdiniz?
-Geç olsun da güç olmasın.

-Sizce deha nedir?
- Hiçbir terbiyenin veremeyeceği bir kabiliyeti fıtriye

-Gayei hayaliniz?
-Meşrebimce, mezhebimce adam olmak!

-Sizce bu dünyada en değerli olan şey nedir?
-Hukuk, ve insan haysiyeti.

-Sevdiğinizde bulmayı arzu ettiğiniz fazilet nedir?
-Kabiliyeti muhabbet!

-Ya dostunuzda?
-Doğruluk

-Sevdiğinizin kusuru size hoş görünür mü?
-Affolunur cinsten olup ta bir şivei nezaketle tecelli ederse beğenirim bile.

-Kalbe hükmedilir mi?
-Hay hay: Fakat yolu vardır. Ben onu biraz bilirim.

-Aşkın yaptırdığı çılgınlıkları mazur görür müsünüz?
-Adamına, sinsine, tavrına göre…

-Mesud etmek, veya mesud olmaktan hangisi sizi daha ziyade mesud eder?
-Herkesi mesud etmekten büyük saadet mi olur…

-Sevmeyi mi, yoksa sevilmeyi mi tercih ederdiniz?
-Hakiki manası ile sevmek, en asil gönüllerin imtiyazıdır; Sevebilmek isterdim.

-Mustarip anlarınızda, bir dostun refakatini yalnızlığa tercih eder misiniz?
-Hakiki ızdıraplar teselli dinlemeyenlerdir. Ben de o gibi hallerimde hiç kimseyi istemem, düşünmek isterim.

-Yad hakkında ki duygularınız?
-Yad, hayatı vicdandır. Nitekim ölüm, edebi bir nisyandır.

-Sizce aşk nedir?
-Uğrunda her şeyi feda ettiğimiz en dilferib muamma.

-Ya dostluk?
-Zarafet bence, kibarlığın, taklit olunamaz hüneridir.

-Mutluluk, sizce nedir?
-Her türlü maniye rağmen, insaniyete hizmet edebilmek ve mükafatı maneviyesini telakki edebilecek kadar yaşamak!

-Ya felaket?
-Ölmeden önce böyle bir ümidin öldüğünü görmek…

-Dünyadaki şahsi emeliniz nedir?
-İnsanların hayırlısı olmak.

-Vaktinizi hangi meşgalelerle geçirirsiniz?
-Kavga zamanı değilse, felsefe ile.

-En sevdiğiniz söz?
-‘’Her kimse, kendi aleminin padişahıdır!’’

-Sizce en üstün fazilet?
-Sözünün eri olmak

-En nefret ettiğiniz kusurlar?
-Yalancılık dediğim zaman hepsi içindedir.

-İnsanın başına felaket getiren meziyet?
-Mum gibi doğru olmak!

-Nerede yaşamak isterdiniz?
-Cambrigde’de, İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde

-Sizce emel edinilen şey, ele geçtikten sonra kıymetini kaybeder mi?
-Emel daima, insanın yed’i idraki haricindedir.

-En beğendiğiniz halk sözü?
-‘’Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, sopa silkmesinden olur ölümü!’’

-Ve son olarak : Bu sorular içinde beğendiğiniz varsa hangisidir?
-Hangi hayvanı seversiniz sorusu parlaktır!

Hiç yorum yok: