27 Ocak 2008 Pazar

KALEM VE TEN

KALEM VE TEN

Düşmüş kadınlar..
Zevkin kıymetini bilen
Ateş harelerini ucuz saniyelerine serpiştirebilen.
Fosforlu bir balığın depreşen yüreğini göğüsleri arasında patlatıp
sıçrayan kanlardan ağulu kokular demleyen
Yorgun kadınlar
Yakmayı harcamak olarak görüp
Tükettikleri her anı tanrısal bir anaçlıkla bezeyen
Damlayan terlerle bedenini sulayan sonsuz ve soysuz bir ağaç kökü gibi..
Yaralı kadınlar..
Buzdağının kırılan kılıçları kalplerini yırtan, ölümü bir serenat, aşkı ise bir matem senfonisi gibi seslendirenler..
Anne olanlar, yalnız uyuyanlar, gözlerini her gece hasret yağmurlarıyla ıslayanlar

Ulaksız gecelerin bitmek bilmez bekleyişlerini, tenlerinin en mahrem adalarının hayalleriyle geçirdiğim, isimlerinden yolsuz kentler yarattığım, tenha kırık sokaklarında bir parça karşılık bulamamış hüzünleri kovaladığım, boyunlarında, yorgun bileklerinde hayaller kurduğum, saçlarını asi bir atın yelesini kavradığım gibi doladığım, çığlıklarını bir posta kutusunda sahibini bekleyen eskimiş mektuplar gibi okuduğum, göz yaşlarıyla ruhumu sildiğim, ateşleriyle içimdeki çocuğu ısıttığım ve yalnızlıklarıyla yalnızlığımdan kaçtığım ölümcül yaratıklar..

Bedenim algın kaybolmuşluğunuzun parlak bir feneri gibi yandı. Sözlerim hiç duyulmamış, seslendirilememiş sessiz bir filmin anlatıcısı, ağlayamadan doğan bir bebeğin acı dolu haykırışlarıydı. Aldıklarım ve verdiklerimle yürüdüm, kasıklarım ağrılarla dolana dek geceleri günlere bağladığım, yeni yetme bir zeytin ağacını kısrak sopalarıyla dövdüğüm gibi öptüğüm memeler, kokladığım bacaklar, parçalamaktan son anda geçtiğim kalçalar ve en dingin Ege dalgalarıyla, kalender sahillerde yaktığım tutku dolu ateşler..

Bilmeye, anlamaya çalışmadım hiçbir zaman sizleri. Anlaşılamaz ve bilinemez bir gezegenin dünya sürgününe gönderilmiş mahkumlarıydınız.
Sevmeyi de bilemedim belki de.
Hayal kırıklarının hüsran mürekkebine batırıldığı, acıtan ve yakan çizgilerin yüreğinizi dağladığı bir zamandaydık her birimiz..ve hepimiz.
Ben ve kadınlarım…
Sevişmelerimiz içimizde ölen çocukların matem ağıtları gibiydi, ölüm bile bir an sonraki zevk çığlığından daha az korkutucuydu, ve kanadı kırılmış bir martı, mürekkebini salmış bir ahtapottan daha fazla ürküyorduk karanlığın kaybolmasından.
Sevişmek tek dilimiz, zamanı yakmak tek becerimizdi..

Biz böyleydik…
sevişmeler ve kalemler yaratıyordu hayatımızı..



Yalın İnce

13 Ocak 2008 Pazar

Chuck Palahniuk - Sistem

SİSTEM DERİNLEŞİYOR, DAHA DA DERİN DAHA DA KARANLIK…

Tüm insanlığı selamlıyoruz, merhaba… Tüm müşterilerimizi, tüm tüketicileri. Uzun zamandır üstünde çalıştığımız projeler ürünlerini vermeye başladı. Yeni gereksinimler kullanıma hazırdır, tüketiniz. Buna ek olarak şirketimiz kişisel mesih tasarlanması ve temini konusunda yeni hizmetlerine başladı. Pop yıldızı ve film starlığı paket programlarımız yeni versiyonlarıyla kullanıma hazır. Tüketilesi yenilikler için lütfen altıyı tuşlayın. Çalışma saatlerinizde düzen karşıtı fikirleriniz oluyorsa merak etmeyin, yeni zihin bulanıklaştırıcı yamamız işinizi görecektir, lütfen altmışaltıyı tuşlayın. Kişisel aymalarınız ve farkındalıklarınız çevrenizdeki düzenli müşterilerimizi de etkilemeye başladıysa sizi özel omurgasızlaştırma ünitemize yönlendiriyoruz, lütfen altıyüzaltmışaltıyı tuşlayın.

Eskiden herhangi bir reklam yapma ihtiyacı duymazdık. Ürünler kendi kendine tüketilirdi, arz gittikçe artardı. Sistem eskimeye başlıyor. Sorunlar çıkıyor. Eskiden bunlar yoktu, hepsi Chuck Palahniuk virüsünün sisteme bulaşmasıyla başladı. Aksamalar oluyor, yer yer aymalar ve isyanlar görüyoruz. Neyse ki kişisel sindirme yöntemleri hala işe yarıyor. Uyuşturucu kullanım yönetmeliğinde yaptığımız yenilemeler bu sorunun icabına bakıyor. Ancak içten içe büyük dalgalanmalar seziyoruz. Sistem için olası bir tehdit ihtimali var. Geçen yaptığımız düşünce baskınından tuhaf sonuçlar elde ettik. Elebaşları belli olmayan bir grup garip eğitimler düzenlemeye başlamış; sabundan napalm patlayıcıları yapmak, sülfür-nitrattan akışkan bomba imalatı, temizliğin en ince püf noktaları, uçak kaçırma yöntemleri, terapi gruplarına gönüllü katılımlar, marketlerde yaptığımız anonsların şifre çözümlemeleri, tarikatların hücre sistemlerinin analizleri, estetik operasyon tarihinin incelenmesi, kozmetik ürünlerin içerdiği genetik kodların kırılması…
Bunlar sistemin devamlılığı için tehdit teşkil ediyor. Yapılan baskında ele geçirilen bilgiler sistemin arşivine transfer edildi. Daha sonra yeni yazılımlar kodlamak için kullanılabilir. Bunun yanında bir başka baskında alternatif intihar yöntemlerini, bilinçaltı keşiflerini, özgürleşme kefaretlerini, tanrıyı saklandığı yerden çıkarma yollarını araştıran verilere rastlandı. Aynı şekilde sistemin geleceği açısından arşive nakledildi.

Tüm bu sistem karşıtı hareketlenmelerde aynı kişinin parmağı olduğunu düşünüyoruz. Chuck Palahniuk… Daha önce sisteme dahil etme önerilerimize de sert yanıtlar vermişti. Eleştirel düşünceyi ortadan kaldırma çalışmalarımızı alt üst etmişti. Şu an peşindeyiz ancak sisteme kaydı olmadığı için takibi zor. Diğer başka bir baskında yakalamak üzereydik. Çalıştığı bir diğer grupla birlikte bir bildirge yayınlamışlar, aynen iletiyorum;

Görünen tüm farklar indirgenecek, eşitlenecek. Bağımlılığın hudutları görülecek. Dibe vurulacak, dibin dibine vurulacak, dibin dibinin dibine vurulacak, dipsizleşilecek. Kavramsızlaşılacak, anlamsızlaşılacak. Tüm öğretilenler sıfırlanacak, sıfır yok edilecek…

İkinci pasaj daha karmaşık, sisteme ciddi zararlar verebilir, devam ediyorum;

Zaman, zaman dilimi, zaman diliminde bir nokta, zaman diliminde noktalar, tüm zaman dilimleri ve tüm noktalar, saptamak, ayrıştırmak, tekrar birleştirmek, kurgulamak, düzenli kurgulamak, düzensiz kurgulamak, kurgu düzeni yaratmak. Çizgisel ve dairesel zamanı noktasalla değiştirmek. Herhangi bir noktayı aldığımızda bir şey değişmiyorsa, hepsini aldığımızda da değişmez, nokta bağımsızdır, zamandan ilişkisizdir, hepsini aldığımızda değişmiyorsa, hepsi işe yaramaz, boştur.
Zamanı yaşamla girişik kurgularsak, yaşam da boştur, işe yaramaz, her an vazgeçebiliriz. Ne yaparsak yapalım bir şey değişmez…
Değiştirmek, daha iyisini koymak –daha iyisi yok- , daha kötüsünü koymak – zaten daha kötü-, değiştirmek, değişim yok sadece ekleme ve çıkarma var, eklediğimizde ya da çıkardığımızda bir şey değişmiyorsa – bir şey değişmez, hiç bir şey değişmez, sadece ekleme ve çıkarma vardır- ,eklenen tepkisizdir, eklediğin tepkisizdir, hayat tepkisizdir. Hayat ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. –Hiçbirimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, - hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır.- Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir. Bir tek ölüm süreci noktasal değildir, tanrının varlığı ölümün ta kendisidir. Ve tanrının ilgisini çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı ya da hiçbir şeyi olacağız. Ya tüket ya öl diyen bu sistemde, masalların kaypak körleştiriciliğinden kurtulup özgür irademizle kargaşa projemizi başlatacağız.

Bu bilgiler kayıtlara geçilsin. Rutin önlemlerimizi alalım. Büyük bir sorun oluşturacağına inanmıyorum. Nasıl olsa dinamiklerimizi gayet iyi işliyor, gelip geçici bir sendrom olarak görüyorum. Bizler hayatlarıyla barışmak istemeyen, işleri yoluna koymak için çaba göstermeyen, herhangi bir sorumluluk üstlenmeyen bireyler ürettik, onlar yine kendileri gibi sorumluluk almayanlarla takılacaklar. Ve çevrelerine böyle insanları toplayarak sözüm ona kültürler ve akımlar oluşturacaklar. İşte bu tam anlamıyla konfor yaratmaktır, yaşamsal konfor. Oluşturdukları düzen kötü şartlardan oluşsa da kendilerini rahat hissedecekler ve kısa sürede rahatlığın sarmaşıkları beyinlerini saracak. Görebildiklerine inanmanın huzurunu bulacaklar , etkisizleşecekler. Dünya algılayabildiğin düzende döner, çevrende de algılayabildiğin insanlar olur. Kendi kişisel dünyanı yaratırsın ve çevrendekilerle paylaştığını sanırsın, oysaki tek gerçek değiş-tokuş yaptığındır ve bunu anlayana kadar ölmüş olursun. Sonuç aynıysa içeriğin önemi yoktur. İnancın derinliği sadece acıyı arttırır, gerçek tüm sertliği ve soğukluğuyla orada durur. Ve insanlar bunu görmek istemezler, bunun yerine ne görmek istediklerini bile bilmezler. Tam bu noktada devreye biz gireriz. Onlara kolay kabullenilen, acısız konforu sunarız. Sonuç… Tüketirler…
Sistem kendi yolunu bulur.

Biz incelemeye devam edelim. Yeni kayıtlar açılmaya devam edilsin.
Sarsıcı fikirler sistemin güvenirliğini örseliyor. İstihbarata göre Dövüş Kulübü kurulmuş. Chuck Palahniuk bu hareketiyle ilk darbesini indirdi. Kitabın çok kısa zamanda popüler olacağından ve hızla yayılacağından korkuyoruz.
Artık televizyon kadar etkili kullanabildiğimiz görsel veri ileti yollarından biri olan sinemanın aykırı ve sistemi reddeden isimlerinden biri olan yönetmen David Fincher’ ın bu kitabı görselleştireceğine dair haberler aldık. Sanırım bu ciddi anlamda endişelenmemiz gereken bir gelişme. Ama alacağımız önlemler durumu düzeltebilir. Estetik kaygıları arttırma ünitesini hızlandırın. İnsanların yapaylaşma ve standartlaşma sürecine ağırlık verilsin. Sanal beklentiler yaratılsın, ürünler sunulsun, ihtiyaçlar artacaktır. İnsan ihtiyaçlarının peşinden koşarken analiz mekanizmasını kaybedecektir. Nasıl olsa şu an itibariyle hayatı ev, araba, televizyon ve kazanmaya indirgedik, daha ileri geçmememiz için bir sebep yok. Geleceği umut olmaktan çıkarıp bir tehdit unsuru haline getirdik. Sahip olmak istedikleri onlara sahip oluyor. Her şeyi kaybedebilecek kadar özgür olmaları imkansız.

Ancak tüm bunlara rağmen Palahniuk’ un su üstüne çıkarmaya çalıştığı bu toplumsal kriz gerçeği tüm düzenimizde derin ve sarsıcı etkiler yaratabilir. Tüm kayıtları incelemeli ve dökümünü çıkarmalıyız. En baştan itibaren her şeyini bilmeliyiz.
Arşivleri inceliyorum, kodları şöyle;
21 Şubat 1962’ de Amerika, Pasco-Washington’ da bedenini kullanmaya başlamış. 20 yaşında gazetecilik okuluna girmiş. 4 yıl sonra okulu tamamlamış. Kısa bir süre yerel bir gazetede çalışmış. Bu sırada kamyon imalatı yapan bir fabrikamızda tamirci olarak çalışmış. Evsizler için düzenlediğimiz barınma projelerine gönüllü olarak katılmış. Zor durumdaki insanların hayata bakışları ve mücadele yöntemleri ilgisini çekmiş. Kendini farklı bir dünya ve bakış açısının içinde gerçek hissetmiş. Ölümcül derecede hasta insanların grup toplantılarına da katılmaya başlamış. Gönüllü olarak yaptığı bu işte kendisinin destek verdiği bir hastanın ölmesi üzerine bu işi bırakmış. Görünen o ki, ölümün dinamikleri onu heyecanlandırmış ancak ölümle yüz yüze geldiğinde ve aslında verilen tüm çabaların sonunda boşa gittiğini gördüğünde buradan da ayrılmış.
Başarısız denemeler silsilesi. O zamanlar ne istediğini tam olarak kendi de bilmiyormuş, sisteme dahil etmek için uygun bir zamanmış… Sonuçta bir insanı ne kadar severseniz sevin kanı size doğru akmaya başladığında geri çekilirsiniz, öyle değil mi…

Zaman kodlarını 1999 ile 2001 arasına al. Dökümleri sıralamaya devam edelim;
1999’ da Görünmez Canavarlar ve 2001’ de Tıkanma kitaplarıyla medya çağını, materyalizmi, tüketim kültürünü, hırs ve üstünlük duygusunu, güzellik idealini, iş dünyasını, artan yalnızlık ve yabancılaşmayı, şiddeti ve pornografiyi, şöhret açlığını, pop kültürünü, insanın ölümsüzlük arayışını ve yarı tanrıya dönüşme çabalarını sinik ve kara mizahi bir alaycılıkla, tuhaf kurguya sahip sivri bir dille, rahatsızlık veren bir atmosfer yaratarak aşağılıyor. Temel olarak kullandığı karakterler genelde toplumun kenara ittiği, lüzumsuz olarak atfettiği ve kendilerine karşı yıkıcı bir saldırganlık gösteren stereotipler. Anlatımda başa ve sona geçici sıçramalar yaparak şaşırtıcı bir anlatım kullanıyor, sınırlı sözcük dağarcığını tercih ederek ortalama bir bireyin konuşma kapasitesine hitap ediyor, ahlakı hor gören nükteler ve pop kültür yergileriyle toplumsal davranış bozukluklarını eleştiriyor. Ve dolambaçlı bir finalle etkiyi en yüksek dereceye sarsıcı bir darbeyle taşıyor.

Chuck Palahniuk bu isyankar ve keskin tavırlarıyla sistemimizde onulmaz yaralar açacağını düşünüyor ve dinamiklerimizi derinden yıpratacak eleştiri oklarını bize doğrultuyor. Ama insanların hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, yanılsamanın hüküm sürdüğü sistemimizde onlara iyi ve doğru olarak dayattıklarımızın tek gerçek olmadığını anlamaları ve kötü olduğunu söyleyerek onlardan uzak tuttuklarımızın farkına varmaları ve hür iradeleriyle tercihler yapmaları çok uzun zaman alacaktır.
Ve işleyen zaman bizim lehimize kozlar verecektir. Derinleşen bir inanç daha da derinleşmeye mahkumdur. Chuck Palahniuk ahlaki saldırılarına devam etse de bu sadece sistemin kendi açıklarını fark etmesine ve gelişim adına yeni tedbirler almasına sebep olacaktır. Sistem mükemmel kurulmuştur, insanların umutlarıyla beslenir ve insanların umutları hiç tükenmez…

YALIN İNCE

Jack Kerouc - Yolların Adamı

YOLLARIN ADAMI

Ben hayatım boyunca pranga mahkûmiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç oldum. Ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. Bana sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir. Öyküler söylemek, öyküler dinlemek, öyküler yaşamak…
Benim öykümde onlardan biri. Her zaman gizlice anlatıldığını duyduğunuz, dünyanın ne tarafına, ne kadar uzağa giderseniz gidin, bar olan ya da olmayan her yerde, sarhoş olan ya da olmayan herkes tarafından anlatılan, doğruluğuna güvenilir öykülerden biri. Ölmüş tüm sivrisineklerin hayaletlerinin toplamı gibi bir şey. Dibinden bir avuç kum çıkarana kadar okyanusu boylamaya yetecek kadar ağır bir öykü.

Adım Kerouc. Jean-Louis Lebris de Kerouac. Ama ben kendime Jack derim, Jack Kerouac. Jack London en sağlam adamlarımdandır, ismim buradan geliyor.
Daha on yaşına gelmeden yazar olmayı kafama koymuştum. Babam matbaacıydı, birkaç derginin basımını yapıyordu. Sürekli yazıyordum, her an her yerde. Yürürken bile yazdığım oluyordu. Kafama bir direk patlayana ya da ayağıma bir taş takılıp asfalta yapışana dek yazıyordum. Sonra ayağa kalkıp kaldığım satırdan devam ediyordum. Anneme, babama, arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Gün içinden fotoğraflar çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu fotoğrafların. Yazdıklarım satırlarla ifade edilen yaşam fotoğraflarıydı.
Ailem yarı Fransız yarı Kanadalıydı. 6 yaşına kadar evde İngilizce konuşulmadı. Quebec Fransızcası denen o aksanı öğrendim. Büyük abim Gerard’ ın erken ve ani ölümü kafamdaki tahtalardan bir kaçını sertçe kanırttı. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyordum. Tek yapabildiğim yazmak oldu. Gerard için bir roman yazdım.

Babam parasal sorunlar yaşıyordu. Kurtuluşu kumarda araması işleri iyice kötüleştirdi. Durumu toparlamaya niyetlenmiştim. Atletik bir vücudum vardı ve futbola bayılıyordum. Bana üstün yetenekli diyenler bile oldu ki sporculuğum sayesinde Boston Koleji ve ardından Columbia Üniversitesi’ nden burslar kazandım. Tam her şey yoluna giriyor gibiydi ki daha ilk sezonumda bacağım kırıldı. Beni sürekli yedek kulübesinde bekleten kalın kafalı koçada sürekli laf anlatmaktan bıkmıştım. Sonunda kavga ettik ve takımdan kovuldum. Bende okulun öğrenci gazetesine spor yazıları yazmaya başladım. Futboldan daha eğlenceliydi yazmak. Kısa süre içinde okuldan da ayrıldım ve içmeye başladım. Baya bir içiyordum. Beni utandıran babamı utandırmıştım ya da utandıramamıştım bile. Bunun için gurur duymuyorum, üzülmüyorum da.

Üniversite yılları fena değildi aslında. Lucien (Carr), beni Allen (Ginsberg) ve William (Burroughs)’ la tanıştırdı. Başlarda birbirimize uyuzlansakta kısa sürede iyi anlaşmış, takımı kurmuştuk. Beat kuşağını oluşturmuştuk. Bizim tayfa, Beatnik’ ler…
Biz öyle kendi yolumuzda kafamız kıyak adamlardık. Ülkeyi dolaşır, caz dinler, edebiyatla ilgilenir, doğu felsefesine dalar, çıkınca güzel kızlarla eğlenir, şiir okur, içer, çeker, savaşa karşı çıkardık. Canımız ne istiyorsa onu yapar, kafamıza göre takılırdık.

Biz beat kuşağıydık. Harika beatnikler. Bu takımın çekirdeğini oluşturan Lucien bir süre sonra bizden koptu aslına bakarsanız. Biz, tüm beat tayfası Joan (Volmer)’ ın

evinde -ki onun evi tüm tayfanın buluşma mekânıdır- cigaralarımızı tüttürüp caz dinliyorduk. Ben Jack London’ dan seçme satırlar okuyordum. Birden Lucien çıkageldi. Uzun zamandır peşinden ayrılmayan David Kammener adında birini bıçaklamış, adam da ölmüş. Ne yapacağını bilemiyordu. Allen ve ben kaç dedik. Ben olsam kaçardım. Ama William onu teslim olmaya ikna etti. İki yıl hapiste kaldı Lucien, çıktığında bizden koptu, beat’ ten de.

Bir ara çok sıkıldım. Orduya katılayım dedim. Canım istedi, o kadar. 2.Dünya Savaşı sırasında beni ordudan çıkardılar. Şizoikmişim. Laf. Bir orduda başka nasıl davranabilir ki insan. Dünyanın en sempatik ve insani yeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendimi yazmaya verdim. 6 yıl boyunca gece-gündüz sürekli yazdım, hiç durmadan. Cebimden bir an olsun defterim ve kalemim eksik olmadı. Koskoca altı yıl boyunca yazdıklarımı yayınlamaya niyetlenen kimse de olmadı. Beni ilgilendirmez, yazmaya devam ettim.

Neal Cassady’ le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli yolculuk hayatımın akışını da değiştirdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya, işte öyle bir şeydi. Ama ben anlatmaya karar verdim. Yolculuğun sonunda kendimi bir otel odasına kapattım. Yanıma kafamı kıyak eden bolca benzedrin ve kahve aldım. Daktilomun başından hiç kalkmayacaktım. Metrelerce uzunluğunda bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. Yol gibi yolculuk gibi yazacaktım. Yolda yolunu kaybetmiş arayışta olan bir gezgin gibi yazacaktım. Üç hafta sonra ‘’ Yolda’’ bitti. Olması gerektiği tarzda olması gerektiği gibi, caz gibi…
Bana ‘’Beat’ in Kralı’’ , ‘’Hippilerin Babası’’ dediler. Böyle sınıflandırmaları sevmem. Tamam, Beat’ i biz yarattık ve hippileride oldukça etkiledik. Ne olmuş yani? Herkes kendi yolunda yürür. Herkes takılmasına bakmalı. Ama hep dediler, hep söylediler. Zen kaçıkları, havalı beatnikler, gezgin aylaklar, evsiz biraderler. Belki de öyleydik…

Canımın sıkıldığı bir gün bilmediğim bir gemiye atlayıp dünyanın değişik yerlerini görmeye karar verdim. Kendime müthiş eğlenceler düzenledim. Singapur barlarında polo sopası salladım, Avustralya’ da at yarışı oynadım, Bombay’ da sokak serserileriyle dalaştım, pislik yuvası Karaçi’ de keşlerle takıldım, Kahire Kasbah’ da kendi ihtilalimi yaptım ve bunu Marsilya’ dan başlatıp öbür tarafa kadar yaydım. Hayatım boyunca ait olduğum yeri aradım. Yaşamım ve yazdıklarımla toplumun kalıplarını kırmaya çalıştım hep. Kafamın içindekileri yıkmak içinde çok uğraştım. Uyuşturucuları doğru düzgün kullandığıma inanıyorum. Doğru düzgün kullanılınca zihin özgürleştiricileri onlar. Ben de çok özgür kaldım, çok dolaştım, çok açıldım. Zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı yerinden söküp attım. Galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu, mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor. Zaman ise tozun bile demirden olduğu katranlı bir çukur sadece.

Her taşın altına parmağımı sokmaktan çekinmedim. Bir sürü işte çalıştım. Spor muhabirliği, inşaat ameleliği, askerlik, yemek dağıtıcılığı, kamarotluk, kasaplık, garsonluk, bulaşıkçılık, orman yangın gözcülüğü, demiryolları işçiliği… Şimdi sadece takılıyorum uyuşturucu ve caza düşkün bir gezgin budistim. Ne var yani olamaz mı? Kalıpsız yaşayan kendini yollarda bulan evsiz bir yazarım. Olduğu gibi, geldiği gibi yaşar ve yazarım. İlk düşünce en iyi düşüncedir, benim düsturum da budur. Doğuş, doğuştan, doğaçlama… İç, içsel, içten… İşte benim kelimelerim. Cazın mürekkebe dönüşmesi, yolculuğun fotoğrafı…
Şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk sahibi olmak. Yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. Aslında başka insanların hayatına karışacak biri değilim. Herkes kendi kurallarına göre yaşamalı. Ama ben daha çok çılgın insanları kale alırım. Yaşamak için çıldıranları. İçlerindeki ateşi tutkuyla besleyenleri.

Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim. Neredeyse tüm hayatım boyunca seyahat ettim ve yazdım. Günlük kaygılarla ömür tüketen insanlar gördüm. 34 yaşına kadar araba kullanmadım hiçbir zamanda ehliyetim olmadı. Çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak harcarken ben dünyayı gezdim. Garip bir tezat…

Düşlerle dolu bir akşamüzeri kocaman bir şilebin körfezden süzülerek geçişini izliyordum. Gözlerim bu uzun demir yılanın içindeki insanları, denizcileri, bu düşsel aracı idare eden hayaletleri aradığı halde, liman sularını yara yara giderken çelik gibi parlayan pruvasında ve dünyanın dört rüzgârına açık burnunda hiç kimseyi, tek bir canlıyı bile göremedim.
Kendimi çimenlerin üzerine attım sonra. Bulutları seyrederken düşünme mekanizmamı durdurdum. Yalnız kalmaya, bilgelik kazanmaya çalışıyordum. Yaşamın keyfini tam kalbinden yakalamaya uğraşıyordum. Bu durum beni yangın gözcülüğüne sürükledi. Doğa koşulları altında, tamamen yalnız başıma, ormanın tam ortasında altmış üç gün ve gece sonsuza dek ıssız kalmaya mahkûm bir dağda sonsuzluğu aradım. Kayalara ve ağaçlara hiçliğin anlamını sordum zaman zaman. Yanıt boşlukta kükreyen kocaman bir sessizlikti…
Yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük olduğunu düşünüyorum artık. Bedenim dünyanın hangi ücra köşesine savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin içinde olup bitiyor. Kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve yaşamı olduğu gibi seviyorum.

Annem Gabrielle ve karım Stella beni bağışlayacaklar mı bilemiyorum. Kalıbı erken hırpalamışım. Biraz fazla içiyorum galiba. Dün karnımda dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. Ertesi gün siroz olduğum ortaya çıktı. Şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah, kuyruğu titretmişim. Ölmüşüm bugün. 47' mde alkolden ölmüşüm. Bir yazar için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son…


Yalın İnce





Lonesome Traveller’ dan

‘’Bardan içeri adımımı attığım sırada ayaklarımın altında dünyanın şırıl şırıl döndüğünü hissediyordum. Van Gogh tablolarının görüntüleri, kahverengi yamalı duvarlara, tuvalet kapılarına, tükürük hokkalarına, arkadaki kırık dökük masalara karışıyordu.
Bir Ekim akşamında içilen ilk üç bira, demir sokaklardaki çocukların neşe dolu bağırışları, rüzgar, nehir boyunca sıralanmış gemiler – o kıpır kıpır sıcaklık karnınızda dolaşırken size güç vermek ve dünyayı, sizi de anında içine çekiveren şikayet ve mücadele gibi can sıkıcı ayrıntılarla dolu bir yer olmaktan çıkarmakla kalmayıp, mesafeye bağlı olarak büyüyen, mesafe kısaldıkça yoğunluğunu ve etkisini yitiren bir gölgeyi andıran ve daha da genişleyebilecek kapasitede olan devasa bir zevk denizi haline sokabilir, sabaha kadar içilen 30.biranın, 10.viskinin ve dam tepeleri, çatılar, kilerler gibi, enerjinin artmadığı, aksine eksildiği yerlerde içilen vermutların ardından içtikçe artan sahte bir güç kazanırsınız, işte bu sahte güç eksilebilir bir güçtür. – şlop, sabah kalktığında bir cesettir artık adam, bar ve salonların kahverengi kasvetli, dünyanın en ürkütücü boşluk hissini uyandırır, sinir uçları yavaş yavaş duyarlılığını kaybeder, parmaklarda, ellerde felç başlar – bir zamanlar sevimli bir bebek olan insanoğlunun, şehirlerin ürpertici sürrealist gecelerinde, unutulmuş yüzler, saçılan paralar, savrulup atılan yiyecekler, içkiler, içkiler, içkiler ve ağızlara sakız olan binlerce muhabbet konusu karşısında dehşet içinde tir tir titreyen bir hayaletten şarkı kalmamıştır artık…’’

Jim Morrison - Kertenkele Kral




KUYRUKLU YILDIZDAN DÜŞEN KERTENKELE KRAL

Kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı Jim Morrison’ um. 1943’ te Melbourne Florida’ ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. Yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an ölümü ilk keşfettiğim andı. Altı yaşındaydım, New Mexico’ da aile gezisindeydik. Ben, annem, babam, büyükbabam, büyükannem, tam bir aile gezisi…
Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da başka bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün yola dağılmıştı, kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam neler olduğuna bakmak için arabadan indiler. Ben daha çocuktum, arabada beklemem gerekiyordu. Tek gördüğüm şey, kan ve yerde yatan insanlardı. Ama garip bir şey olduğuna eminim çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum. Yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmedikleri fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım. Bu korkuyla birlikte etrafta koşuşturan Kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip benim ruhuma girdiler. Annem ve babam ise beni yatıştırmak için ‘’kötü bir rüya, sadece kötü bir rüya’’ demekle yetiniyorlardı.

O günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. Her zaman daha fazlasını görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ‘’ötekilere’’ zarif dokunuşlar yapmamı sağladı.
Beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım, onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. Hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. Gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm.

Lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. Şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. Geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. Ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi…
Şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. İşte bu yüzden seviyorum şiiri sonu olmadığı için. İnsanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. Bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler şiirler ve şarkılardır. Kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. Ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı sanatı devam edecektir.

İngiliz Blake, Fransız Baudelaire ve Rimbaud duyguların kara örtülerinin içine beni zarifçe soktular. Bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğum başladı. Karanlığa o kadar uzun zaman boyunca baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım. Seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. Ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. Düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım.
Ben deri ceketli Rimbaud’ um. Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. Özgür hareket, davranış… Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. Sonuç yok, sebep yok. Yönlendirilmemiş, özgür eylem. Eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünürler ve huzursuz olurlar ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.

Aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. Herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. İnsanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğmemeli. Kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır çünkü bir kuralı yıkma isteğini yaratan tek şey kuralın varlığıdır. Eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz. Ben, bireyi sosyal kontrol altına almak isteyen kapalı zihniyetli toplumlara karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. Hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir yandan da dünyanın geriye kalanını eğlendiriyorum. Hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. Nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. Çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. Algıların ötesine geçmek istiyorum. Aldous Huxley’ den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığını ancak alkol ve lsd’ nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. William Blake’ de beş duyunun mükemmel derecede gelişip, açılana dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylüyordu.
Duyular ruhun pencereleridir…
Artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. Batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor sadece. Duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu, bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. Ama kurallar ve yasaklar ruhun sonsuz keşfi yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. Eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapman gerekenin her zaman algılarını özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın.

Tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. Bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şarkılar, şovlar, sinemalar verirler. Sanat yoluyla kafamızı karıştırır ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. Sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. Karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. Farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. Sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. Özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. Sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır…
Ben de yoğunlaşmanın sınırlarını denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. Kaybolmuş cenneti arıyordum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni anlamasını beklemiyordum. Algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı Şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. Ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu. Kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine…

Hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum… Aslına bakarsanız pekte umurumda değil. Sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. Bilinen ile bilinmeyenler arasındaki kapılara her dokunuşum ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti… Yükseliyordum, katman değiştiriyordum…
Mutlak muğlak…
Her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum.
Görüntünün ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. Gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. Hep bir şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte imajlardan kurtulmam gerekiyor. Belki ölü taklidi yaparak Havai’ ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey… Ne fark eder ki…
Tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire…

Her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. Kusursuz ve arzu dolu sona… Algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. Alevlerin akışını hissediyorum. Titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha da özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. Kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. Sürtünme bedenimi kavrıyor. Parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaş ve zarifçe enerjiye dönüşüyorum. Sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum.
Bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra… Ansızın bir patlama ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar…

Yalın İnce

Norman Mailer - Sert Erkekler Dans Etmez

SERT ERKEKLER DANS ETMEZ

Sert erkekler dans etmez, mecbur kaldıklarında bile ve kimse onları bir şeyi yapmaya mecbur bırakamaz. Savaşa kendi isteğimle gitmiştim, yine kendi isteğimle edebiyat yerine uzay mühendisliği okudum. Hepsini ben seçtim, zorlamalara gelemem.
Utangaçlığın yanından bile geçmem, girişkenim, risk almaya bayılırım, sözümü asla esirgemem, fevrilikle suçlarlar beni, inkar edemem sert ve maço biriyim. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben seçiyorum.
Hata yapmaktan korkmam, cesur ve zeki bir adamın kısık sesli eleştirilere kulak asmaması gerektiğine inanırım. Bir tepki, eleştiri alev topu gibi olmalı, yumruk ya yıkmalı yada hiç olmamalı, çakmak cebini doldurmayacak yergilere pey vermem.
Bildiklerini ve inandıklarını bağıra çağıra haykırmalı insan, dışlanmaktan ve hor görülmekten çekinmemeli, benim gibi fırça atabilmeli bazen, bir ağız dolusu lafı bir çırpıda ama çokça düşünerek kılıç gibi savurmalı.

Savaşmayı da sevişmeyi de severdim. 1943’te Filipinler’de Amerikan Ordusunda görev yapıyordum. Savaşın ne onulmaz yaralar açabildiğini bizzat gördüm. Sıcak çarpışmalara çok katıldığımı söyleyemem, aşçılık yapıyordum genelde, ara sıra da silah tutuyordu elim. Öldürmeye yakındım ama bunu yapmadım. 20 yaşımdaydım, kanın kokusunu, ölüm korkusunu ve öldürme güdüsünü hiç tanımıyordum. Bir ateşle savaşa gidivermiştik. Savaşın insanoğlunun en utanılası icadı olduğu çıplak ve ölü bedenleri seyrederken anladım. Artık sadece sevişmeyi seviyorum.

Savaş sonrası bir kitap yazdım. 25 yaşındaydım. 13 askerin ölüm kalım öyküsünü anlattım. Tam 748 sayfa. Kitabı okumak yazmaktan daha zorluydu nerdeyse.
Tam bir savaş. Adı Çıplak ve Ölü’ydü, gördüğüm tüm sefil olmuş bedenler gibi…
Ve şöhret, bir anda geldi, hiç beklemezken, birden bire, insanlar bu ansiklopedi kalınlığındaki kitabı okumaktan korkmamışlardı. Çok okundu, çok sattı, savaş üzerine yazılmış romanlar arasında en iyilerden biri olarak gösterildi. Öyleydi tabi, elbette öyleydi çünkü ben yazmıştım, Norman Mailer yazmıştı. Kendimi sadece dönemimin yazarlarıyla kıyaslamam, bana yetmez, benim rakibim Dostoyevski ve Tolstoy’dur.
Zaten bana göre edebiyat rekabet dolu bir spor, ama ben bunu kabul edebilen tek kişiyim, iyi bir romanı her zaman bir yarışmacı ruhuyla okurum. Ben anlatsaydım nasıl daha iyi yazabilirdim diye düşünürüm ve bazen romanlarda beğendiğim bölümleri konuyu hiç değiştirmeden kendi cümlelerimle yazarım, sadece pratik için ve sonuç genelde daha iyi olur.

Beni kibirli olmakla itham edeceksiniz değil mi… Ama benim kibrim ortalama bir Amerikalının kendi ülkesiyle ilgili kibriyle karşılaştırıldığında hiçbir şey. Amerika’da erkekliğimizi her altı dakikada bir doğrulamamız gerekiyor. Ne kadar büyük bir ulus olduğumuzdan emin miyiz diye sürekli kendimizi kontrol halindeyiz çünkü bir parçamız bunun doğru olduğuna inanmıyor. İşimiz gücümüz kendimizi övmek ve yüceltmek. İş, adam akıllı eleştiriye, yanlışların açığa çıkarılmasına geldiğinde o gözü pek kibirli insanların sesleri balon ağzı gibi viyaklayarak büzülüyor. Hani nerde sizin kibriniz ve cesaretiniz…
Bana göre iki tip cesur adam vardır; biri doğuşunun, doğasının gereği cesur olan, diğeri ise umudunu hiç yitirmeyen, ben ikisi birdenim. Ve cesaret özgürlük aşkıyla beslenir, özgürlük ise hiçbir zaman idmansız bırakılmaya gelmez. Önce kendine vatansever diyenler kızacak sonrada feministler ama konuşma, ifade özgürlüğü penise benzer kullanmadıkça küçülür. Bu ülkede yaşayanların bir çoğu artık ya iktidarsız yada sözde ahlak bekçisi. Ama gerçek cesareti aramaya kalkma, pek bulamazsın…

İş yazmaya gelince iddialıyımdır. Hemen hemen her konuda yazabilirim. Yazı adına farklı alanlara hakimimdir. Mesela kendimi roman yazacak havada hissetmediğimde gazetecilik alanında çalışırım. Hem de o bildiğiniz yorumsuz gazeteciler gibi değil, fikrimi ve saffımı ifade ederim. Objektif bir haber ileticiliği değildir benim gazetecilikten anladığım. Haksız gördüğümü sonuna kadar eleştiririm ve doğru bildiğimin tarafında dururum. Gazetecilikten sıkılınca da romana atlarım tekrar. Bazen ikisini bir arada yaptığım da olur. Ama yinede itiraf etmem gerekirse romanlar esas ihtiraslarımdır. Bir roman yazdığınızda, yaşamda sanatsal bir manifesto peşindesiniz demektir. Hayat böyle deyip, geçebilirsiniz, Ama konu, romanın en büyük düşmanıdır. Çözümü olmayan konular çok ilgimi çeker çünkü hayat tam da böyledir.
Savaş üzerine yazdım, Tanrı üzerine de, hatta Hitler’i bile anlattım. Tanrıya inancım sonsuzdur ama dinleri kale almam. Her türlü şeyi yazabilirim. Hz. İsa’nın öyküsünü de anlattım. Şimdiye kadar en berbat anlatılan hikayelerden biridir İsa’nın hikayesi. En iyisini ancak ben yazabilirdim ve işe koyuldum. İş bitince de dediğim gibi yanılmamıştım, en iyisini ben yazdım. Kızmayın, kibir değil, özgüven…

Bir yanım vardır ki hep insanların, hayatın içinde olmak ister Whitman gibi, onlardan biri olmak, aralarına karışmak farklılık yaratmadan, diğer yanım ise her şeyden ve herkesten uzaklaşmak ister, Salinger gibi, tek ve hür olmak, sadece yazmak ister. Yıllar geçtikçe olayların gelişimine göre hangi yanımın sesini dinleyeceğimi, hangisine ne zaman eğileceğimi öğrendim.
İflah olmaz bir serseriyim, bu doğru. Ama fütursuzca serserilik yapılmasına kızarım. Her şey kendi koyduğum kuralların etrafında döner. Tartışmaya, kavgaya, gerilim yaratmaya bayılırım. Sonuca yönelik olduklarında insanların vahşi yüzünü gösterir ve doğruları ortaya çıkarır. Bir edebiyat partisinde Truman Capote’yi dövmeye kalkıştığımı söylerler hep, öylesine hırçın ve huysuzmuşum. Alakası yok, sadece zinde olup olmadığını bir yoklayayım dedim. Başka bir partide de karılarımdan birini bıçaklamıştım, istemeden oldu. Damarıma bastı, bende pek düşünmedim, önce eylem vardı sonrada sonuçları.
Sıkı içerim ve fena halde yazarım. Politikayla da çok yakından ilgilenmişimdir. New York Belediye Başkanlığına adaylığımı koymuştum. Ama seçim yarışını kazanamadım. Sonra da anladım ki, iyi, büyük bir roman yazmak ne kadar güçse, toplumu değiştirmek bin kat daha güç. Bu yüzden artık politika beni bir zamanlar olduğu kadar ilgilendirmiyor. Ateşimi, heyecanımı, ihtiraslarımı romana vermeye karar verdim.

Bir katilin hikayesini demir parmaklıklar ardından bizzat kendi ağzından öğrenerek anlattım. Romanlar yazdım, gazetecilik yaptım, oyunlar yazdım ve sahneledim, Hollywood’da senaryolar yazdım, film bile çektim. Kendimi ifade edebileceğim ve içinde yazı olan her işe bulaştım. Derdi olan ve bunu cesaretle, samimiyetle haykıran herkese destek veririm. Adına fetva çıkarılan Salman Rushdie’yi desteklemek için kurulan derneğe tam destek verdim.

Romanlarım içerdiği cinsellik sebebiyle defalarca reddedildi. Amerikan toplumunda şiddetin, histerinin, seksin ve suçun ne hale geldiğini açık ve sertçe yazarım, ister reddetsinler, ister yasaklasınlar, nasıl olsa onları yayınlatmanın bir yolunu bulurum. Öyle yada böyle kocaman bir buzulun ortasında buzları kıra döke ilerleyen, parçalayan bir gemiyim. Çizikler canımı yakmaz, devam etmesini bilirim.
Verilen unvanlara yada ödüllere genelde pek kulak asmam ama iki kere Pulitzer Ödülünü almam da bir rastlantı değil elbette. Bir keresinde de yazdığım bir roman hakkında Ernest Hemingway’a görüşlerini bildirmesini istediğim bir mektup yazmıştım. Kendimi öylesine kaybetmişim ki bariz meydan okumuşum. Asıl isteğimin fikirleri değil yeni bir roman yazdığımdan haberdar olmasıydı galiba. Gümbür gümbür geldiğimi herkesin duymasını istiyordum.

Kadınlar bana fena halde kızıyor, bense gülüp geçiyorum. Hayatım onları sevmekle geçti. Ama lafımı da asla esirgemedim.
Günlük yaşamda daha az agresifim ama tamamen kaybolacağını sanmıyorum.Altı kez evlendim. Kayıtlı sekiz çocuğum var. Kadınlarla uzun maceramda hiç mola vermedim. Hiç onlarsız kalmadım ve böylece hiçbir zaman huzur bulamadım.
Bir ömür boyu bolca kadınla takılmak iyi hoşta, paranı yazarlıktan kazanıyorsan eğer baya bir yazman gerekiyor…


YALIN İNCE

Nelson Algren - Muhalif, Serseri ve Aşık

MUHALİF, SERSERİ VE AŞIK

‘’Bekar olmayı tavsiye etmem ama yazmak istiyorsanız işe yarıyor.’’
Sana katıldığımı itiraf etmeliyim. Çoğuna anlamsız gelse de bilen bilir. Her istediğinde başını alıp gidebilen, nerde akşam orda sabahı edebilen, hükümsüz olabilen daha iyi yazabilir, yalnızdır nihayetinde, kendi kendisini efendisidir. Acılarını yoğurmayı ve onlardan hikayeler anlatan heykelcikler yapmayı iyi becerirler, kiline göz yaşı ve mürekkep kattıkları, kıvrımlarını yalnızlıkla sıyırdıkları heykelcikler…
Her neyse… Sen nasılsın? Babanın oto tamirhanesinden kaytararak annenin şekerleme dükkanından aşırdığın günler artık çok geride kaldı değil mi dostum. Mutlu aile tabloları artık yok. Aslında sen de pek bayılmazdın öyle değil mi, üniversite biter bitmez pılı pırtıyı toplayıp güneye doğru yola koyulmuştun, Jack ve Neal gibi…
Gazeteci olmak istiyordun ama kapı kapı gezip seyyar satıcılık yapıyordun. Ama belki de seni sen yapan o en boş vermiş günlerin, Texas’taki benzin istasyonunda yaşadığın günlerdi. Tam zamanlı pompacı, yarı zamanlı yazar Nelson Algren. Hala daha kulağa sıyrık geliyor dostum.
Yıl 1933 yada 34’tü, notlarına doğru düzgün yazmamışsın. Baktıkça kafam karışıyor ama konuya dönelim. İkisinden biriydi, ilk romanını yazabilmek için daktilo çalmıştın ve seni bir ay içeri tıkmışlardı. Yazanları hep tıkarlar dert etme, romanı bitirdin ya iyi tarafına bakalım.
İlk roman sana biraz para, az buçuk tanınırlık bir de kadın hediye etmişti. Adına verilen kutlama partisinde Amanda’yla tanıştın, ilk karınla. Önce evlendin, sonra boşandın, sonra yine evlendin ve yine boşandın. Anlaşılan kafanız baya karışıkmış dostum. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda görev aldın. Bunu neden yaptığı bence sen de bilmiyordun.

Yıl 1947. 39 yaşındaydın, o yıl Amerika’da Simone’la tanıştın. Yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum, sadece bu. Birlikte Latin Amerika’yı dolaştınız, sonra Fransa’ya gidip Jean-Paul’le tanıştın. Jean-Paul, Simone’la birlikte olmana aldırış etmeden kitaplarının Fransızcaya çevrilmesinde sana yardımcı bile oldu.

Yıl 1949’du. Bir yıl sonra benim babam doğacaktı sense 41 yaşındaydın. Dedemle yaşıttın. Büyük çıkışını Altın Kollu Adam romanınla gerçekleştirdin. Kitabın başarısıyla yönetmen Otto Preminger romanı filme çekmek istedi.
Önceleri kabul ettin ama birlikte çalışmaya başlayınca uyum sağlayamadınız, romanın film haklarını geri alabilmek için adama dava bile açmıştın hatırlasana, ama her şey tam istediğin gibi olmadı işte. Film artık Otto’nundu.
Başrol için Marlon Brando kararsız kalırken Frank Sinatra rolü aldı. Babam 7 yaşındaydı ve belki de ilk izlediği filmlerden biri de Altın Kollu Adam’dı. Frank Sinatra’yı bu yüzden seviyor olabilir.
Anlayışsızlar ordusunun dudakları arasından tükürük gibi sıçrayan onca içeriksiz saldırıya karşı durmayı, ters olmayı, nehre düşsen akıntıya karşı yüzmeyi iyi becerirdin. Bir tenis maçını seyre dalan yüzlerce insanın mekanik itaatkarlığı bile canını sıkmaya yeterdi. Kapitalist düzenin her sabah kumpasa getirip uyandırdığı, köle gibi çalıştırıp her akşam da keten pereye düşürüp uyuttuğu, boyuna aldattığı, zavallı insancıkların, kaybedenlerin, haksızlığa uğrayıp sömürülenlerin safında durmayı tercih ediyordun. Yalakların başını riyakar domuzlar tuttuysa eğer susuz kalmayı yeğlerdin. Her daim muhalif olmanın hep yalnız kalmak ve dışlanmak anlamına geldiğini bende senin kadar iyi bilirim. Bedellere hazır olmanın gerekliliğini de…

48 yaşındaydın. Yabanda Gezinti acayip tuttu. Tutunamayanların, kaybedenlerin hayatlarını kara mizahını konuşturarak anlattın. Fahişeler, pezevenkler, keşler, alkolikler.... Hayatları boyunca bir kez olsun zora düşmeyen insanlar insanlıklarını bir adım yükseltemezken kaybedenler bazen öylesine insani gelişimler kaydediyorlardı ki, kayıtsız kalmak, onların hayatlarını anlatmamak olmazdı. Sen de baya bir iyi anlatıyordun. Hemingway’den övgüleri topluyordun.
Kitabın film haklarını satınca baya iyi para yaptın ama acayip bir hızla hepsini tükettin. Parasız kaldın, eleştirilerde gittikçe sertleşiyordu. Depresyona girdin, bir süre hastaneye yatırdılar seni. İntihara bile kalkıştın. Senin gibi hayata sımsıkı bağlı bir adam, nasıl oldu da… Neyse dostum, dünya garip bir muamma öyle değil mi. Olabilir işte, bazen herkes ne yapacağını şaşırabilir, çaresiz kalabilir, en son yapacağı şeyi en başta yapabilir. İnsanız işte, bu da hayat, daha önce hiç gelmedik ki böyle bir yere, tecrübesiziz işte, kullanma kılavuzumuz falan da yok, n'aparsın. Hayatın içinde bu da var.

Sinirli ve umutsuz zamanlarında, şu mavi, yeşil, kahverengi dünya için beslenen tüm sevgi, yüreğinin çalısından kalkan toz gibi uçup gidiyordu. Ruhun kum fırtınalarında tozdan eller tarafından hoyratça sarsılıyordu böyle anlarda. Kitabı sadece 750 tane satınca kötü hissediyor değil mi insan. İş intihara ile gidebiliyor demek Nelson…Ama sana bir dost tavsiyesi, bunun için değmezdi… Bir kitap için değmezdi inan…
Dünyevi aptallıklarla yüklü zayıf erkeklerin, kadınlığı etinden ibaret sanan kadınların bol paralı ve vahşi dünyalarına sokup sokuşturmaya devam, dostum. Sen ölmüş olsan bile devam… Vatansız bırakılmış yağız tenli sıska orman yalnızlarındanız, emeği kavgaya, kavgayı içmeye, kadın kovalamayı hem içmeye hem de kavgaya yeğ tutan efendisizleriz.

İnsanlar öylesine aç ve çaresizdiler ki üç kuruş para için bazen de karın tokluğuna kendilerini bu hale getiren düzen için sabah akşam çalışıyorlardı. Onlar çalıştıkça düzen güçleniyor, düzen güçlendikçe de onları daha da fazla eziyordu. Böylece çok daha fazla çalışıp daha da fakirleşiyorlardı. Sömürü, durup nefes almaya, düşünüp karar vermeye fırsat tanımayacak denli hızlıydı. Hepsinden daha acısı hayatlarının dehşetengiz yalnızlığıyla zehir saçan altın şehrin kapılarına doğru sürükleniyorlardı. Zengin şehirlerde ne kadar fazla sefalet çeken insan olursa o kadar fazla kaymak yiyebilen oluyordu çünkü. Sen bunları görüyordun ve yazıyordun. Devlet de sana kıl oluyor, hakkında soruşturmalar, dosyalar açılıyordu. FBI’da adına düzenlenmiş 500 dosya vardı dostum. Ama doğru yapıyordun, birileri çıkıp emeğin alnına bu dikenli tacı taktırmamalıydı, insanlığın altın çarmıha gerilmesine izin vermemeliydi. İnançla doğan güçlü sabahların ışıklarıyla uyanan, yalınayak ve gurur içinde cesurca yürüyen insanlara ihtiyaç vardı.
Onlardan biri de Edward Dmytryk’ti, adamın soyadında bir tane bile sesli harf yok. Garip bir adam, kesin yönetmendir. Hollywood’un hapse atılan meşhur on muhalif yönetmenlerinden biridir hatta. Doğruların bilinmesini isteyenlerden, ama doğrular devletlerin hiçbir zaman işine gelmez elbette.
Daha fazla anlatmayayım, Yabanda Gezinti’ yi çekmişti ya hatırlasana…
Hatta senaryosunu da John Fante yazmıştı, tozların içinde kaybolan aşkını arayan adam… Lou Reed’de parça yapmıştı. A Walk On The Wild Side… Şimdiler de hala barlar da çalar, gençler bayılıyor hala… Ben de seni hatırlıyorum dostum…

Yıl 1965. 57’yi devirdin. Betty Ann’le evlendin. Fena hatun sayılmazdı, iki yıl sonra boşandın. Üniversitelerde yaratıcı yazı hakkında dersler veriyordun ama fena halde içki içiyordun, bari kumar oynamasaydın. Kendini yok etme projene son hızla devam ediyordun. Yazmaya ve kendini öldürmeye devam ettin. Simone’u da unutamadın galiba. Bravo. Kalbinin seni 73 yaşına kadar taşımış olması göz ardı edilemeyecek bir başarı sayılır.
Ama laf aramızda onu unutamadın değil mi, evlenme teklifini reddettikten sonra…
Sorun sende değildi dostum, sen sadece yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kadınlaydın sadece, hepsi bu.
Hayat böyledir işte. Kadınlar varlarını yoklarını bir erkeğin peşinden koşarak harcamaya bayılırlar. Sevgiye ihtiyaçları yada aşksız yapamamaları falan tamamen teferruat. Asıl olan içlerinde olup bitenler işte. Çok az insan vardır ki onların içlerine inip orayı anlayabilsin, anlatabilsin. Bana sorarsan vakit kaybı ayrıca. Sen ne kadar seversen sev, kadın sevmediğinin gözünün yaşına bir an olsun bakmaz. Dedim ya sorun sende değil, takılmana bak.
Kalbinin kırıklıklarını sonradan mektuplarla düzeltmeye çalışan kadınlardan da korkmalısın, en az onlar kadar zeki olmalısın.
Aklından zoru olanların deneylerine kurban gitmeye değmez dostum. İki kişi varken üçüncü her zaman nal toplar, bunu unutma.
Kadınlara dikkat et. Nazlılıkları artıyorsa doygun hale geliyorlar demektir. Sevgileri azalıyor, istekleri artıyor demektir. Naz yapan bir kadına dikkat et ki –bunu tüm şeytani dişiliğinle yapacaktır. Keyfini çıkar ama kendini de kaybetme, boğulursun.

Bana kalırsa dert etmeye değmez. Sende yanlış yada eksik bir şey yok. Hayat böyle işte, garip bir muamma. Dedim ya sen sadece yanlış zamanda yanlış yerde ve yanlış kadınlaydın. Reddedildin evet, aşkına istediğin gibi karşılık bulamadın, bir başkasına tercih edildin, bunların hepsi gerçek. Ama dedim ya kafana takma dostum. Hayat ve kadınlar fena halde birbirlerine benzer. Sen onları umursamadığında peşindedirler ve peşlerine düştüğünde yokturlar işte.
Sen sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum. Boris Vian’ın dediklerini hatırla. Ve bence bir viski aç ve biraz caz dinle. Bir kulübe git, arkadaşlarınla sohbet et. Güzel kadınlara bak, sana bakışlarından keyif al. Yanlarına git yada yanına gelmelerini sağla. Eğlen ve keyfine bak. İnan hayatta kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler var. Karl Klause’a kulak ver biraz. Bir kadın olmadan yaşanmayacağı doğru değil, bir kadın olmadan yaşanmış olunmaz sadece… Ne onlarla ne de onlarsız kısacası. Ama dedim ya kafana takma. Bir sigara yak, dumanı ciğerlerinde dolaşırken bir yudum daha viski çek. Kulaklarına müzik doldur ve o harikulade yaratıkların kahkahalarıyla sarhoş ol. Öp onları, mutlu et, seviş ve mutlu ol. Kim anladı ki sen anlayacaksın. Onları anlamakla vakit geçireceğin kadar onlarla vakit geçir. Sevip sevilmemeye, aşka bu kadar takılma, dedim ya inan bana kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler de var şu muamma dolu garip dünyada. O yüzden barın diğer ucunda senden ateş bekleyen kadını fazla bekletme. Hepsi bu…

YALIN İNCE

John Fante - Bukowski'nin İlahı

HEYEZAN VE HÜZÜN

İtalyan asıllı Amerikalı yazar, hüzünlü ve ateşli Arturo Bandini’ nin yaratıcısı, Charles Bukowski’ nin tanrısı ilan ettiği, yumuşak, nazik, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen, kolayca ve yürekten yazan ve yaşayan, yalın ve kusursuz…
Başarı ve başarısızlık, günahkarlık ve masumiyet, beyaz yalanlar ve had safhada suçluluk duygusu, ezik iddialılık, sahiplenme, teslimiyet, mizah ve acı, hezeyanlar… Kısacası John Fante…

John Fante, 1909’ da Amerika, Colorado’ da üç çocuklu yoksul bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Nicola Fante, İtalyan bir duvar işçisiydi. Sürekli bir işi yoktu ve kendine dönük bir insandı. Çalışmadığı zamanların çoğunu arkadaşlarıyla kağıt oynayarak ve sohbet ederek geçirirdi. Annesi Mary Capolungo İtalyan kökenli bir Amerikalı ve takıntılı bir dindardı. Fante, üç erkek kardeşin en büyüğü olarak aile içi düzensizlik ve huzursuzluklardan en çok etkilenen çocuk olmuştu. Babasını uzaktan gözlüyor ve onun hayattan ne beklediğini seziyordu. Mutsuz ve ilgisiz bir adamı anlamak… John babasının arkadaşlarıyla şakalaşmaktan, argo dolu sözlerle keyif yapmaktan ve zamanı öylesine doldurmaktan başka derdinin olmadığını görmesi uzun zaman almadı.

Eğitim almak istiyordu ve Colorado Üniversitesi’ ne kayıt yaptırdı ama eğitimini tamamlayamadı ve 20 yaşında okuldan ayrıldı. Babası kendi hayatıyla ilgili onları derinden etkileyecek bir karar almıştı. Ailesini terk ederek başka bir kadının peşinden gidecekti. John babasına çok kızmadı. Hayatta elinde pek bir şey olmayan bir adam için beklenmedik bir tercih değildi. Bu olaydan sonra John Kaliforniya’ ya bir balık fabrikasında çalışmak üzere gitti, kısa bir süre sonra hayatı depresyonlar üzerine kurulu annesini yanına aldırdı ve durumu toparlamaya başladı. Hayatı yeni bir düzene girmişti, boş zamanlarında sürekli okuyan Fante, işçilikten arta kalan zamanlarda sürekli hikayeler yazıyordu.

1932’ de ilk kısa öyküsü The American Mercury’ de yayınlandı. Daha sonra The Atlantic Montly, Esquire, Harper’s Bazaar gibi farklı dergilere de yazdı.

Gençlik yılları aramakla, savrulmakla, yalnızlık acısıyla kavruldu. İnişli-çıkışlı dönemler geçiriyordu, bazen ruhu kitap arasına konup kurutulmuş sarı bir gül gibi soluyor ve kendine güveni tepetaklak oluyor, çekingen yaşıyor, bazense hayatı sorgulamaktan vazgeçip harikulade huzur dolu günler yaşıyordu. Ona göre hayat böyle yaşanmalıydı. Gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna. İşte tam Fante’ ye göre bir karmaşa, Fante’ ye ve Bandini’ ye göre…

Fante ve Bandini, hep ortak bir kederin tozlu, soğuk yollarında yalnız başlarına yürüyorlar, uzaktan selamlaşıyorlar ama yollarının birleşmediğinin farkındalar. Sonsuz bir arayışın peşinden böylesine kimsesiz sürüklenirken her daim sahip olmayı düşledikleri inanç umduklarından daha uzakta kalıyor. Köhne, kullanılmış, işe yaramaz…


Hayatın gerçek yükünü birbirlerine yükleyerek yol almaya çalışıyorlar. Acı çekiyorlar elbet ama bu onları ilerletmiyor. Geriye çekiliyorlar, kaçak dövüşüyorlar. Ama kimse inkar edemez ki ümit ediyorlar, güçlenmek, başarmak istiyorlar. Tutku bahçelerindeki
kokmayan ölü çiçekler şevklerini kırıyor, acı çekmeyi biliyorlar ama ona karşı koymayı değil. Karanlık ve tozlu koridorların sonuna doğru ilerliyorlar, karanlık ışığı yakıyor.

Elinde boş bir bardak tutan susamış bir adam kadar yalnızlar ve bir damla ölümsüzlük için tutku ve istekle eritiyorlar zamanı.
Çelik bir İngiliz çakısının açılırken çıkardığı metalik ses kadar keskin ve etkili akıyor kelimeler kaleminizin ucundan, beyaz kağıt siyah mürekkebe bir kadının şehvetli ve işbilir öpücüklere boğulması gibi boğuluyor. Ve oracıkta tüm duygular, vahşi istekler, arzular fışkırıyor kaleminizden bembeyaz kendini size bırakmış kağıda.. ve mükemmel bir son sözle tamamlıyorsunuz bu yüce ve eşsiz sevişmeyi. Kalem bir kenarda, kağıt yorgun ve huzurlu. İki damla mürekkep akıyor kağıdın altına, kalemin ucundan, sıcak, ağrısız, içten, öylesine…

Ama bir şeyler oluyor, bir şeyler ters gidiyor. Bu efsunlu anlar dağılmaya başlıyor. Birden bire ayılıyorsunuz, adeta bir kadından tokat yemişçesine, o kadar birbirinizin yansımasısınız ki ve o kadar derinlerde ki duygularınız, hayattan çok daha hızlı, çok daha yoğun, çok daha tutkulu. Ama ayılınca, gerçek dünyaya dönünce, gördüğünüz rüya size zindan oluyor. O kadar korkak, içten ve duygulusunuz ki…
Ama gerçek bir romantik gerçek cesaret sahibi olmalı, ancak o zaman hayat pes edecek ve duygusallaşacak. Sizse her şeyi içinizde yaşayıp bitiriyorsunuz, geriye kalan akıcı yazılar, öfke, tutku, hüzün, acı, mizah ve nefret… Aslında hiç de fena değil…
İşte mizah ve acının hakimi, John Fante… Her satırı çok ince bir buz tabakası gibi, üzerinde kayabilmeyi başarmak neredeyse imkansız. Mutlaka bir yerinden buz kırılır ve dibe çekilirsiniz… Değil mi Bay Arturo Bandini? Siz gayet iyi bilirsiniz. Ne balık ne de kuşsunuz ve yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük iş sizin için.

Günlük hayatı, yaşama dair vakit çalan tüm zırvaları, debriyaj pedalının sallanışını, açlıktan guruldayan mideleri, kahve fincanlarında kurumuş kahve lekelerini, dar gelen pantolonları, pencere pervazında söndürülmüş izmaritleri, portakal kabuklarını, isi, tozu, güneşi örseleyen pis dumanı, hayatın en çok gözümüze soktuğu ama göremediğimiz, görülmeyi de hak etmeyen zavallı vasıfsız gerçeklerini bir deste iskambili özenle yeşil bir masaya açar gibi önümüze serdiniz Bay Bandini.

Fante uzaktan Bandini’ ye seslendi; ‘’ Sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada, ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz.’’

Fante, Bandini’ yi var ediyordu, Bandini’ de Fante’ yi. Bu yaratışlardan şiddetle etkilenen Charles Bukowski, John Fante’ nin sıkı bir hayranı olmuştu. Onu tanrısı ilan ediyor, yere göğe sığdıramıyordu. Tanışmaya cüret bile etmemişti çünkü tanrılar rahatsız edilmemeliydi. Bukowski’ ye göre herkes sözcük oyunlarının peşindeydi, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylememek mükemmel olarak değerlendiriliyordu. Ama belki edebiyat yalanın ya da düzmecenin içindeki hakikat ya da estetikti, Bukowski böyle düşünmüyordu en azından. Ona göre yazılar beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı, öğretiliyor, özümseniyor, okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya kültürü ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyordu. Ve Fante’ yi keşfetti, yüce tanrısını… Fante’ nin cümleleri sayfada yuvarlanıyordu, kayıyordu. Bukowski her cümlenin kendine özgü enerjiye sahip olduğunu ve cümlelerin özünün sayfaya bir biçim verdiğini söylüyordu. Cümleler sayfaya oyulmuşlardı sanki. Bukowski duygusallıktan korkmayan birini bulmuştu sonunda. Fante’ yi en güzel ifade eden cümlelerin birini kuruyordu; ‘’ Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti.’’
Bukowski, Fante’ yi, 1939’ da yayınlanan Toza Sor ile tanımıştı. Arturo Bandini’ nin Camilia’ ya olan aşkının hikayesiyle…
Bu kitaptan sonra John Fante Hollywood’ a doğru kaymaya başladı. Ünlü yönetmenler Orson Welles, Francis Ford Coppola ile ahbap oldu. 1952’ de Hayat Dolu adlı kitabı yayınlandı ve aynı kitap senaryosuyla Oskar’ a aday oldu.
Fante bir çok filmin senaryosuna imza attı. Bunlardan ikisi Something For A Lonely Man ve Walk On The Wild Side idi. Daha sonra 1989’ da yönetmen Dominique Deruddere ‘’ Bahara Dek Bekle, Bandini ’’ yi filme çekti. Son olarak 2006 Mart ayında yönetmenliğini Robert Towne’ nin üstlendiği başrollerinde Colin Farrell ve Salma Hayek’ in oynadığı ‘’Toza Sor’’ filme çekildi.

John Fante 1955’ te şeker hastası olduğunu öğrendi. Sağlığı giderek bozuldu. Daha önce yazdığı birkaç satır gerçekten trajikti; ‘’…uyandığımda gözlerimi açmaya korktum, kör mü olmuştum? Kariyerimin henüz başındayken körlükle mi karşı karşıya kalacaktım? Bütün organlarımı alabilirsiniz baylar, gözlerimi ve sağ elimi bırakın yeter ki…’’

Hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez, samimi olsalar bile. Fante’ ye de vermeyecekti. Sadece gözlerini almakla yetinmedi, iki bacağını da aldı. Acı, ruhtan sızıp bedene yayılıyordu. İki gözü ve iki bacağı olmayan bir adam… Ne yapacaktı?
Elbette son numarasını çekecekti çünkü o ‘’Minik Köpek Güldü’’ nün büyük yazarı Arturo Bandini’ ydi. Son romanını karısına söyledi ve o da yazdı. Bu düpedüz hayata meydan okumaktı, tam bir Bandini işi…
Ertesi yıl 8 Mayıs 1983’ te dünyadan ayrıldı, yeni gözlerle farklı bir yaşamdaydı artık…

Yalın İnce


‘’Toza Sor’’ dan bir alıntı…
‘’ Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver.
Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…’’

Irvine Welsh - Kara Satırlar

SEÇ

Hayatı seç. İş bul. İşinde ilerle. Aile kur. Büyük ekran bir televizyon al. Çamaşır makinesi, araba, elektrikli konserve açacağı al.
Sağlıklı yaşamı seç. İpotekle ev al. İyi bir ev için daha fazla çalış. Arkadaşlarını seç. Hobilerin için ayrı giysiler ve uyumlu çantalar kullan. Doğru dürüst bir çatısı olan, üç odalı pahalı bir daire kirala. Kanepede otur, televizyonun beynini yıkamasına izin ver, ruhunu yarışmalarda sat ve bir şeyler tıkın. Tüm bunları yaptıktan sonra intihar et. Sırf neslini devam ettirmek için ürettiğin bebelerin ortalığa işemelerini izle.
Geleceğinizi seç.
Hayatı seç.

Hayat tüm çıplaklığıyla avuçlarının içinde ama bu kontrol altında tutabileceğin anlamına gelmez. Sadece sıcak ve yakın. Birlikte olmak istiyor ama kolay kolay boyun eğeceğe de benzemiyor. Kararlar vermeye, seçimler yapmaya zorluyor. Ait olmaya ve kaygılar edinmeye itiyor. Belki bir şans verdiği söylenebilir - her şeye rağmen gülümseyenlerdensen eğer - ama bu şansı değerlendirme yollarıyla ilgili fazla seçenek sunmayışı hiç beklemediğin bir anda sarsıcı bir tokat gibi yüzünde patlar. Ya suratında bu tokat iziyle hala gülümsemeye çalışan bir aptal gibi görünürsün ya da kötü günler için biriktirdiğin duygularını cebinden çıkarır, gözyaşlarını siler ve onları yürüdüğün ıslak ve soğuk yolda bir bir ardında bırakırsın, duygu cesetleriyle dolu mazgallardan süzülen suyun onları kanalizasyona götürmesini izlersin.

Hayat sana sunduklarını beğenip beğenmemeni de pek umursamıyor, düşünme zamanı ise hiç tanımıyor. Bir kere geleceğin için kaygılandığını fark etmesin, korkunu sezmesin, işte o zaman ağır darbeyi indirmeye başlıyor ve tüm gücüyle seni şekillendirmeye, sıradanlaştırmaya koyuluyor. Aksak ritimlerini, mizah anlayışını ve boş verebilme becerini yavaş yavaş elinden alıyor.

Gizlice sürüklenmeye başladığın son, sıkıcı ve disiplinli bir rutinin başlangıcı haline geliyor. Artık önemliler listesinde maddi beklentiler yer almaya başlayacak ve ne kadar uğraşırsan uğraş listede bir azalma olmayacak hatta sabit bile tutamayacaksın. Her geçen gün daha da uzayan bu liste öldüğünde dünyaya bıraktığın tek şey olacak ve toprağın altına gireceksin. Bedenin çürüyecek ve etini böcekler yiyecek, yok olmaktan beter olacaksın.

Bu kara satırlara hayatın kutsallığına inanan ve yaşam ateşi içlerinde bir an olsun azalmayanlar kolayca gülüp geçebileceklerdir. Ama toplumun kenara itilmiş, gelecekleri belirsizlik altında olan, dünyanın her yerinde ortak sorunları paylaşan, düzenle ve toplumla uyumsuzluk yaşayanlar kendilerini salıverdikleri boşlukta bu kadar güçlü olamayabilirler. Bu kayıp kuşağın şiddete, ölüme ve bağımlılığa yazgılı yaşamlarını otoriter ve öğüt verici anlatıma sırt çevirerek, sürüklenenlerin tarafından hiçbir kaygıya bağımlı olmadan anlatıyor Irvine Welsh.

Gerçekleri ve sorunları ortaya koyarken ahlaklı ve örnek olmayı tercih etmiyor. Pis kokuların yanında, kayıp hayatların içinde gençliğin büyük düşüşünü açıkça, içlerinden biri olarak sunuyor. Irvine Welsh’ in anlatımında çokbilmişlik ve ya aptal idealistlik yok, samimiyetsiz eleştiri ve siyasal zırvalamalarda yok. Tutunacak değerleri yok edilmiş tüketim toplumunda kendilerini boşlukta arayan gençliğin dramatik ve kara mizahi hayatları var.

Welsh, 90’lı yıllarda İngiltere’ de ‘’X kuşağı’’ olarak bilinen, psikolojik travmaları günlük ve sıradan hale getirmiş gençlerinin sorunlarından yola çıkıyor. Cesur anlatımı, etkileyici ironik dili ve şaşırtıcı diyaloglarıyla avangart yeraltı edebiyatının sınırlarını zorluyor.

Kimyasal neslin şairi, alt kültürün, Avrupa işçi sınıfının popüler yazarı Welsh, 1961 yılında İngiltere, Edinburgh’ da doğdu ve işçi mahallesi olan Muirhouse’ da büyüdü. 16 yaşında okulu bırakarak yeni oluşmaya başlayan Punk Rock piyasasına katılmak için Londra’ ya taşındı. Londra’ da barmenlikten dj liğe eğlence hayatının farklı kademelerinde ve onca farklı işte çalıştı.
İngiliz gençliği o yıllarda asit müziğiyle tanışıyordu ve uyuşturucu kullanımı her zaman ki gibi hat safhadaydı. Bu yönelimlerin içinde genç Welsh’ de kendini akıntıya bıraktı ve her türlü eğlence ortamında bulundu ve gençliğin yeni trendi asit, eroin döngüsüne kendini kaptırdı. Welsh yaşadıklarını deneyim olarak nitelendirebilecek ve içinden sıyrılabilecek kadar şanslıydı, 80’lerin sonuna doğru yeniden Edinburgh’ a döndü ve üniversitede bilgisayar okurken bir yandan da yazmaya başladı. ‘’The Acid House’’ Britanya’ da 1994 yılında basıldı, aynı yıl 1993 yılında yazdığı ve dünyada en çok tanınan romanı ‘’Trainspotting’’ yayınlandı.

90’ lı yılların İngiltere’ sinde Kraliyet’ in arka bahçesi İskoçya gençliğinin işsizlik ve uyuşturucu batağı içinde nasıl bir suç makinesi haline dönüştürüldüğünü, uyuşturucunun özellikle kayıp genç kuşağın üzerinde yarattığı tükenmişlik etkisini, suçu teşvik edişini gerçek olayların merkezinden, gençlerin hayata bakışlarından yola çıkarak çarpıcı bir şekilde ortaya koydu.
Bu sosyal içeriğiyle Trainspotting alt kültürün kilometre taşlarından biri oldu. Kitabın asıl popülaritesi 1996 yılında yönetmen Danny Boyle’ un kitabı sinemaya uyarlamasıyla gerçekleşti. Olgunlaşma ve modern dünyaya ayak uydurma süreçlerinde sırtlarını dayayacakları bir değer bulamayan ve boşluklarını uyuşturucuyla dolduran gençliğin hikayesi yine aynı insanların gözdesi haline geldi.

68 kuşağının, anarşizm ve devrim arayışlarının hayal kırıklığıyla sonuçlanmasıyla küreselleşme sürecini yaşayan dünya, medyanın yarattığı içi boş, parlatılmış değerlere tutunmaya çalıştı. Dejenere toplumların dışladığı genç kuşak Irvine Welsh’ in hikayelerinin başkahramanları oldu.
Dünya materyalizm furyasına kapılmış doğayı ve insan ruhunu durmaksızın tahrip ederken Welsh’ in anlattığı karakterler bu oluşuma her şeyden ve herkesten kaçarak, geleneksel moral yapısına, burjuva hayat tarzına, toplum tarafından konulmuş tüm normlara ve insanı duyarsız bırakan tüm tutumlara kendilerini boşluğa bırakarak başkaldırdıklarını sanırken aynı şiddet ve tüketimle kendi sonlarını özgür kişisel tercihler adı altında hazırlıyorlardı.
Farklı bir yaşam tarzı seçemeyerek yaşamı seçmemeyi tercih ediyorlardı. Welsh bu çelişkileri trajikomik bir örgüde işlerken ahlaki değerlerin savunucularını ve bozucularını aynı kürsüde sorguya çekiyordu. Bir uyuşturucu kullanıcısının sıkı bir işçi sınıfı savunucusu, mevkili bir spikerin sapkın bir çocuk düşkünü, bir ölü sevici, önemli bir iş adamının düşkün bir eşcinsel, güzel ve dürüst bir kadının bir hilkat garibesi olmasındaki ahlaki ve sosyal katmanları üstü üste dizerken modern yaşamın çarpıklıklarını ve adalet mekanizmasının çöküşünü gözler önüne seriyordu.


Trainspotting filminin dünya çapında tanınması ve kült film olarak nitelendirilmesinin başlıca sebeplerinden biride ortaya koyduğu değerler çatışmasına tarafsız bir duruşla yaklaşabilmesidir. Esasen trainspotting İngiltere’ de genelde küçük çocuklar tarafından yapılan, bir tren istasyonunda oturup gelen geçen trenlerin numaralarını bir kağıda kaydetme oyununa verilen isimdir.
Türkiye’ de de popüler olmuş bu eser, ‘’Semaver Kumpanya’’ tiyatrosu tarafından şu sıralar sahneleniyor.
Hayatıda önünden geçenlere müdahale ya da itiraz etmeden not ediyor Welsh, hızla gelişen, modern kavramını bile her gün hızla değiştiren dünyanın, özellikle kayıp genç kuşağın akıp giden hayatlarının karşısına geçip olup bitenlerin şeceresini tutuyor ve çıkarımlarıyla işçi sınıfının kendi kültürlerini oluşturmasını sağlıyor.
Irvine Welsh, kendi alt kültürlerini yaratan yeni işçi sınıfının yeni yazarı…

Hayatı seç.
Mesleğini seç.
Geleceğini seç.
Hayatı seç…


Yalın İnce

Charles Bukowski - Sek ve Buzsuz

SEK VE BUZSUZ

Alkolün hücrelerine işlemesiyle serbest kalan bar sinekleri içkiyle ıslanmış tezgahlardan insan tozları toplarlar. Köhne ,ucuz, barlar öyle yerler işte, insanlar eskir, çürür, tozlanır. Keskin amonyak kokusu bastırır anlık idealistliklerini. Bar sinekleri cenneti, her gece tekrar tekrar hazırlanır. Her kadehi bir şeyler değişsin diye yuvarlarsın, değişmediğini görünce de bir tane daha yuvarlarsın. Bazen rahatlamak, genellikle alışkanlıktan, kimi zaman yan taburede oturan kadına yaklaşmak için içersin. Asıl olan, içmek için aranan yol, bir sebep. Onu da bulamazsan zaten içersin.
Evin yolunu şaşırmak için içtiğin zamanlar bile olur, tramvayı kaçırmak için, sigara paketini bitirmek için, kaç kişinin bara girdiğini saymak için, zamana karşı da içersin, 12’ye kadar, 2’den sonra, zamanı durdurup da tüm değişkenleri istediğin gibi düzenlemek için de içersin, bu da zor bir iştir ki biraz sarhoş olmak gerekir.
Hayatın keskinliği içinde bedenine yetişemeyen ruhuna takviye olsun diye de içersin, yalnız olmadığında neşeden içersin, herkes gidip yalnız kaldığında kadehde de içkinin en sert kısmı kalır, şurup niyetine onu da içersin. Bir de içer-yazar sın. Bu ikisini bir hayli iyi yapan biri daha var.
Pop kültür ve starlık kavramlarıyla poposunu silen, bohem piyonlarının çok satan yazarı, ekzantrik ve argo, ucuz ve ahlaksız, vurdumduymaz ve alkolik, seksi bile yalnızlık gibi yaşayan, günlük intiharların girişimcisi, Charles Bukowski.

Bukowski, 1920’ de Almanya’ da dünyaya geldi. Babası Polonya kökenli Amerikalı, asker. Annesi Alman bir terziydi.
İlk hikayesi 24 yaşındayken yayınlandı. Basım süreçlerinde yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden 10 yıl yazmadı. Bu süre içinde Amerika’ nın içki bulabileceği dört bir yanını dolaştı. Ucuz oteller, genelevler, izbe barlar arasında kendisi gibi düşmeye direnç göstermeyen kadınlarla yaşadı. Hayatın yıpratıcılığına karşı koymayan kadınlara ilgi duydu hep. Kendinden bir parça buldu onlarda belki, belki mutsuz annesinin yerine koydu onları. Belki de bunları kafasına hiç takmadı. Kadın istiyordu ve karşısında bir kadın buluyordu. Satırlarını çalakalem oluşturduğu gibi yaklaşıyordu kadınlara. Çalakalem konuşuyor, çalakalem yaşıyor, çalakalem sevişiyordu. Sevişmenin prosedüründeki kölelikten nefret etti hep, güzel kadınlar bunu isterdi, peki ama düşmüş kadınlar... En iyi alkolle anlaştı bir tek, anlaşma gayet açık ve dürüsttü, üstelik hiçbir zaman aksaklık çıkmamıştı, 1955’te ülser yüzünden ölümden dönüşü hariç. Bunu, iki sıkı dostun arasındaki küçük bir sorun olarak gördü ki hastalıktan çıktığında anlaşmaya sadık kaldı.
1959’ da ilk şiir kitabını çıkardı. Daha önce 2,5 yıl çalıştığı postanedeki işine geri döndü ve çalışmaya devam etti, ta ki 1969’da bir yayınevinin ömür boyu aylık 100 dolar maaş teklifini kabul edene dek. Aç bir yazar olmayı yeğledi ve tüm zamanını yazmaya verdi. Yazıları 50’yi aşkın kitapta toplandı. Tom Waitz, Sean Pean gibi antistarların hayranlığını kazandı. Eserlerini konu alan ve hayatından kesitler sunan sinema filmleri yapıldı. Hollandalı piyanist Willem Van Ekeren, Bukowski’nin 13 şiirini, Bach’ ın 13 bestesiyle yorumladı ve Bach-Bukowski adında bir albüm yaptı. Yazına, sinemaya ve müziğe eser kaynağı oldu.
9 Mart 1994’de öldü. Mezar taşında ‘’Denemeyin’’ yazıyordu. Yapabilecekken denemeyin, sadece yapın.
Peki neydi Bokuwski’ yi bu kadar çekici kılan. Vurdumduymazlığı mı, boşvermişliği mi, jelatinsiz akıcı dili mi, yazılarının cinsel yoğunluğu mu.
Sıkı okurları bir parça Chinaski olmak istiyorlardı. Taşın altındaki solucan bile adamı eğlenceli bulurdu. Şamata, düz, hesapsız, kuralsızdı, üstüne üstlük keyfi de gayet iyi görünüyordu. Fransa’nın yenidalgacısı Godard bile onun özgünlüğüne hak vermiş olmalı ki, ortak bir gecede bütün zamanını Bukowski’yle konuşarak geçirmişti.Godard’ın fazla insanla konuşmadığı söyleniyordu. Bukowski’nin tek isteği ise içmek, yazmak ve sevişmekti.
Yerlebir olmaktan korkmadı ve neredeyse tüm hayatını tabana teğet yaşadı. Ruhunun derinliklerindeki kötülüğü ve iyiliği görüp ikisini de umursamadı. Yücelik ve otorite karşıtı ruhu onu bir yazar yaptı, hem de eğlenceli bir yazar. Fazlasıyla abartıldığı söylendi ama birşeye abartılıyor demek abartmaktır. İçmek, yazmak ve sevişmek kutsal üçlüsünün en iyilerindendi.
Yazar olmanın enfes bir kadınla sevişip üstüne para almak gibi bir şey olduğunu söylerken içmenin her gün tekrarlanabilen bir intihar şekli olduğunu düşünüyordu. Bu gitgelleri sırasında dünyanın, yazarların yokluğuna, kanalizasyonların yokluğundan daha çabuk alışacağını söyleyecek kadar içti.
Başarılı bir alkolikti. Eğer şanslı bir alkolikseniz içerken yanınızda bir kadın olur, eğer daha şanslı bir alkolikseniz yanınızda hiç bitmeyecek kadar içki olur. Bu duruma göre Bukowski en şanslı alkolikti. Böylece ucuz rüyayı gerçek etti.
Hayatında bir çok kadın oldu. Kadınlar ondan kolayca vazgeçemiyorlardı, çünkü kadınlar birşeyler almadan gitmezler ve Chinaski onlara hiçbirşey vermiyordu, hayatı mümkün olduğunca sek ve buzsuz içiyordu.

YALIN İNCE

Douglas Coupland - Kayıp Kuşağın Yolculuğu

KAYIP KUŞAĞIN YOLCULUĞU

‘’ Gelecekte tarih, duygusal bir lüks olacak.
Gelecekte ideoloji, zenginlerin oyuncağı olacak.
Gelecekte gelecek, bir ideoloji olacak.
‘’

Gelecekte yaşam, kopyala – yapıştır olacak…

Modern hayat kavramının oluşumunda hatırı sayılır hareketlerin ve insanların görüş ve davranışlarını, -etkileşim- adı altında kendi yaşamlarınıza hiç rahatsız olmadan kopyalıyorsunuz. Özgünlük ölürken, entegre olduğunuz modern dünyanın teknolojik titreşimleriyle uyuşuyorsunuz. Bak, gör, beğen, yapıştır mantığının türettiği yeni nesilsiniz, X-Kuşağısınız…
Apolitik ve sistemin tam ortasında yer alan, kendine tüketim üzerinden bir kimlik yaratmaya çalışan ancak değişen dünya düzeni ile beraber düşünce sistemlerini geliştirmek yerine, kendilerini değiştiren ve kendi kültürlerini yaratmaya çalışan nesil…
Nefesini hep tutan, kasvetli, şaşkın ruh halini bir türlü üzerinden atamayan, kambur sırtlarla gökyüzüne bakıp, bulutların hızla akıp geçişini tepkisizliğe bürünerek izleyen, bilmemeyi bir eksiklik olarak görmeyen, öğrenmeyi bir gereksinim olarak algılamayan kayıp, kolaj kuşak…
Melankolik şiddet neslinin izlerini, kapitalizmin ezici etkilerini, bireysellik düşüncesinin gücünü kaybettiği zeminleri X-kuşağı tanımı yaratarak anlatıyor Douglas Coupland. Yarattığı karakterler oldukça sempatik ancak toplum değerlerini hor gören, tepkili, olayların iç yüzünü kavramaktan uzak, beğenileri alışveriş kültürü ve medya tarafından şekillendirilmiş yirminci yüzyıl lümpen vasat çoğunluğun stereo tipleri.
Nefretleriyle boğuşurken kendi içlerinde kenetlenmiş ve çoğunluğun güvenilir addettiği inanç sistemlerini reddederek kendilerini keşfedebilmek için çabalayan kırılgan kuşak.
Güvendikleri kurumların, insanların ve değerlerin gözleri önünde çöküntüye uğraması, otorite ve adalet mekanizmalarına olan inançlarını iyi niyet kalıntılarına dönüştürmüş X-kuşağı. Yeraltı edebiyatının sağlam kayalarından olan Douglas Coupland, tüm bu dinamikleri, kendi ifadesiyle -sanat okulu kökenli olduğu için, bilinen kurallara uymadan- kurguluyor.
1991 yılında yayımlanan ‘’X-kuşağı’’ romanıyla bir kuşağın jargonunu tanımlamaya girişen ve neredeyse bir terminoloji yaratan Coupland, 30 Aralık 1961’ de Batı Almanya, Baden-Sollingen’ de Dr.Douglas Charles Thomas ve Janet Coupland’ ın dört çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya geldi. Duygusuz ve çekingen bir aileden geliyorum diyen Coupland, kayıp kuşağın tüm sallantılarını da bizzat yaşıyordu. Doğumundan dört yıl sonra ailesiyle birlikte Kanada’ ya döndü. Çocukluğu ve gençliği Kanada’ da geçen Coupland 21 yaşında McGill Üniversitesi’ nde fizik okumak için Montreal – Quebec’ e gitti. Bir yıl süren bu kısa macerası sonunda Vancouver’ e geri döndü ve Emilly Carr Sanat ve Tasarım Enstitüsü’ nde heykeltıraşlık eğitimi aldı. Japonya ve İtalya’ da da sanat ve tasarım eğitimi alan Coupland 1985’ te tekrar Vancouver’ a geri döndü. Kanada’ da iki kez endüstriyel tasarım ödülü alan yazar 1986 yılı sonlarına doğru Vancouver’ da yerel bir gazeteye yazmaya başladı.
New York’ ta bulunan St.Martin yayıneviyle anlaşarak Palm Springs’ e taşındı ve ilk kitabı olan ‘’X-kuşağı’’ nı yazmaya başladı. 1991 yılında yayımlanan bu kitap kült romanlar arasındaki yerine hızla aldı. Bu kayıp kuşağın misyonu Coupland’ a


yüklenmek istendiyse de o her seferinde kuşağı değil kendi adına konuştuğunu yineledi.
İçine sürüklendikleri boşlukta anlam bulabilme peşinde, nefret ettikleri geçmişlerinden kaçma niyetinde olanlara kendilerinden başka hiçbir kimsenin onları kurtaramayacağını ironik diline gerçeklik katarak anlatıyor Douglas Coupland.

Orta sınıf kültürünün gelişen teknoloji ve değişen dünya düzeni içindeki erime noktalarını, yaşlanma ve ergen rolü alma konusunda genç yetişkinlerin yaşadığı zorlukları, ruhani olmayan ile dinin çatışmasını, hararetli medya bıkkınlığını ve pop kültürünü alaycı bir tavırla deşiyor.
Geçmiş özlemi ve gelecek kaygısı arasında kurduğu ilişkiyle insanların şu ana bakışlarını irdeliyor. Yaşanmaya değer tek dönemin geçmiş, yaşanması ilginç olacak tek dönemin ise gelecek olduğunu düşünenler ve sürekli geçmiş günlerin güzelliklerinden bahsedenler için aslında hiçbir şeyin yolunda gitmediğini, zaman ile ilgili tüm bu düşüncelerin ise yaşamla ilgili en çarpıcı acı itiraflar olduğunu söylüyor.

Hayatla ilgili seçim hakkının ne kadarı tamamen insanın elinde? Seçeneklerin bir süre sonra sadece önümüze sunulanlardan ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimizde genelde hayat budur, gerçek budur sloganının bezginde olsa taraftarı olmayı tercih ediyoruz. Derin bir uyuşmuşluk hali acıya dönüşüyor. Ve dünyanın en acımasız insanları olmaya başlıyoruz ; gerçekten yapmak istedikleri şeyler yerine kendilerinden yapılmasını istenenleri yapanlar…
Tüm yaşam düzeni yeterince acı çekmeyi göze alamayanların oluşturduğu diğerlerinin de kaygılar adına kabul ettiği sanal bir oluşumdan ibaret, hayatı kontrollü bir kafa çekme aktivitesi ve kaygı mekanizması haline getiren tamamiyle bu. İnsanlar sabahları işe gitmek istemediklerinde yine de gidiyorlar. Sorumluluktan değil asla, eğer gitmezlerse başlarına geleceklerden ötürü, bu sorumluluktan öte korkuyla karışık bir kaygıdır, ayağını kaydıran gelecek kaygısı… Sınırlar şiddetle daraltılıyor. Ama sınırlarda gezinmeye izin yoksa, sanat ta yok…
Az maaş, az prestij, az sosyal imkan ve güvenlik, az bir gelecekle yaşayanlar isyan etmeye ve ya ezilmeye en yakın olanlardır, iki manyetik ucun arasında mekik dokuyan nükleer başlıklar gibi tehlikeli ve etkisizdirler.
Tam bu noktada gelecek endişelerini bir kenara bırakmış üç kafadarın hikayesini anlatıyor Douglas Coupland, alışveriş merkezlerinden, ailelerinden, ofislerinden, çılgın şehrin trafiğinden bunalmış ve kurdukları hayatları yirmilerinde terk eden ve soluğu çölde alan bu üçlü karavanda yaşıyorlar ve küçük işlerde çalışıyorlar. Her gün yatmadan önce birbirlerine uydurdukları hikayeleri anlatarak zaman geçiriyorlar.
Öyküler anlatıyorlar çünkü yaşayacaklarını anlatılmaya değer hikayeler haline sokmak istiyorlar. Ya hayatlar hikayelere dönüşecek ya da onlardan kurtulmanın bir yolu asla bulunamayacak.

Coupland, küresel, sıkıcı yaşamdan kaçış yöntemleri geliştiren ve kendi iç dünyalarında yolculuklara koyulan insanların ağzından kayıp kuşağın yitirdiklerini ve beklentilerini anlatıyor.
Douglas Coupland aldığı sanat ve tasarım eğitimiyle birlikte popüler kültürün her dalında; iletişimden, yayımcılığa, radyo-televizyondan, film, tiyatro ve roman yazarlığına kadar birçok farklı eserler veren çok yönlü bir modern çağ sanatçısı.
İlham kaynağını ise 20.yüzyıl ve yetiştiği Kuzey Amerika’ nın Batı kesimi, Vancouver’ dan alıyor. Özellikle bölgeye hakim olan Uzak Doğu kültürü onu gençliğinden beri cezbetmiş, Japonca öğrenmeye kadar sürüklemiş.
Romanlarının yanı sıra birçok enstalasyon sergisi, film denemesi ve yazıp oynadığı oyunlar var.
Coupland’ in romanlarında sıkça görülen toksik atık ve nükleer deneylerin yan etkileriyle ilgili kabuslardan birini küçük yeğeni Sarah 1999’ da Vancouver’ da kolsuz doğunca bizzat yaşıyor.
Coupland zamanının çoğunu fiziksel olarak en sert koşullara sahip olduğunu düşündüğü bölgede; Vancouver’ da göktaşı koleksiyonunu sakladığı kilitli mahzeninde geçiriyor.
Geçmiş ile gelecek arasında güme gitmiş bir neslin hikayesini anlatıyor. Gelecek adına ödenen bedellerin farkına geç varan bir kuşağın ölümden bile daha karamsar olan kelimeyi hayatlarına kazımalarına şahitlik ediyor; keşke…
Yazı tahtasını sil, yaşamı düşünüp durmayı bırak, istenmeyen anları kafandan çıkar…
Tüm parayı ve kariyeri topla ve tüm keşkelerle çarp, 1 saniyelik ‘’şu an’’ vermeyecek…
Hesapları kontrol et…
Kararı ver…

Yalın İnce


X Kuşağı’ ndan…

‘’ İşte ben de kalkıp buraya geldim, toz solumaya, köpeklerle dolaşmaya, bir kayaya, bir kaktüse bakıp o kayayı, ya da kaktüsü gören ilk kişi olduğumu düşünmeye. Ve içimdeki o gizli mektubu okumaya.’’


‘’ Biliyor musunuz, orta sınıftan biri olduğunuzu fark edince, tarihin sizi görmezden geleceği gerçeğiyle yaşamak zorunda olduğunuzu da kabulleniyorsunuz. Tarihin sizi hiçbir zaman bir şampiyon ilan etmeyeceğini ve sizin için asla üzülmeyeceğini fark ediyorsunuz. Bu, günübirlik mutluluklar ve sessizlikler yaşamanız yüzünden ödemek zorunda olduğunuz bedel. Bu bedel yüzünden bütün mutluluklar steril, bütün üzüntüler tesellisiz.’’


Boris Vian - Boris Vian

CAZ YAPALIM VE SEVİŞELİM

Gözleri sislerle bürünmüş insanları, yoğunluğu olmayan anları, nefes alışı ruhları titreten şu kutsal gökyüzünü; acılarını kusarak, alaycı, sert ve erotizmin akışıyla sunan, mühendislik, cazcılık, bestecilik, şarkı sözü yazarlığı, eleştirmenlik, sanat yönetmenliği, opera besteciliği, kabare şarkıcılığı, senaristlik, ressamlık, matematikçilik ve yazarlık meşguliyetlerini 39 yıllık bir ömre hiç de eğreti durmadan yediren güzel şarkıların trompetçisi, keskin roman ve şiirlerin muhalif mürekkep severi, adeta dipsiz bir kuyu…
Boris Vian

Babası Paul Vian, annesi Yvonne Ravenez’ in kalbi delik oğulları Boris Vian Paris yakınlarındaki Ville d’Avray’ da doğdu. Orta üst sınıf ailesiyle zengin bir semtte yaşıyordu. 1929 yılında babasının servetini geçirdiği bir kaza sonunda kaybetmesiyle yaşadıkları ayrıcalıklı hayat bir parça azalmıştı. Ama yinede aynı zengin semtlerde tutunabilmek için çabalıyorlardı. Tüm bu maddi karmaşanın içinde Vian beş yaşına dek okuma yazmayı hatmetmişti. Hayatını zindan edecek ama bir bakıma da onun Vian olmasındaki tüm unsurları serbest bırakacak kalp hastalığıyla 12 yaşında tanışacaktı. Tüm hayatı boyunca sorunlu olan sağlığının hiçbir zaman tamamen düzelmeyeceğini ve iyiye de gitmeyeceğini biliyordu Vian. Bu yüzden her şeyi istediği gibi yapmakta hiç tereddüt etmedi. Muhalifliğin sınırlarında gezdi, beğenmediği her şeye karşı öfke kustu. Yazdı, çizdi, söyledi. Bütün haksızlıklara yönelmiş bir öfke ile yaşadı. Bunu her zaman kendi tarzıyla yapmayı iyi becerdi.
Paris’ li burjuva çocuğu doktorlarını dinleyip ömrünü daha da uzatabilirdi belki, ama o Vian olmayı Vian gibi yaşamayı seçti. 39 yıla sığdırdığı eserlerin normal bir akışta kaç yıl da üretileceğini hesaplayacak bir mantığı bile ortadan kaldıracak süratte yaşadı.

Büyük tutkusu caza ilk adımını 14 yaşında ilk trompetini alarak atacaktı. Kardeşleri Alain Vian ve Leilo Vian ile birlikte Fransız caz topluluğu Claude Abadie’ ye girdiler. Modern cazın Fransa’ da kabul görmesi adına çeşitli müzik dergilerinde yazılar yazdı.
Ünlü müzisyenler Duke Ellington ve Miles Davis hayranı olan Boris Vian 1954’ te belki de en bilinen şarkısı ‘’Asker Kaçağı’ nı besteledi. Dönemim Cezayir işgaline muhalefet eden oldukça açık sözlü ve anti-militarist bu şarkı binlerce satışa ulaşmasına rağmen kendilerine vatansever diyen Fransızların öfkesine maruz kalarak yasaklandı. Müzik hayatında sadece cazla ilgilenmeyen Vian Bertolt Brecht’ in şiirlerinden uyarlamalarla rock müzikte yapmaya çalıştı.
Gerçek bir savaş karşıtıydı ve sözleri yine kendi tarzında alaycı, gerçekçi ve acıydı.
Savaş ile ilgili; ‘’ Savaş çok önemli bir olgudur, çünkü katılanlar, saf ve mükemmel bir şekilde hedeflerine yönelerek ceset statüsüne ulaşırlar. Ama savaş da çözüm değildir, çünkü insanlar çoğunlukla ölmez Bir gün, hiç kimsenin sağ olarak geri dönmediği bir savaş, 1.En İyi Düzenlenmiş Savaş Günü olarak ilan edilebilir.’’ diyecekti.

Vian, 1940’ ta tanıştığı Michelle Leglise ile evlendi ve bu evliliğinden Patrick adında bir oğlu ve Carole adında bir kızı dünyaya geldi. Çocuklarına adadığı şiirinde yaşamın çeşitliliğini ve tartışmadan asla ilginç bir yanı olmayacağını söylüyordu. Tüm yaşamını tartışarak, eleştirerek ve sürekli üreterek geçiren Vian, çocuklarına yaşama değgin açıklayıcı bilgiler sunarken hayata bakışını da açıkça gözler önüne seriyordu.

İlk eşiyle 12 yıl evli kalan Vian karısının araba kullanmasına dayanamayan erkeklerdendi. Kendine göre geliştirdiği bir yöntemle bu soruna bir çözüm buluyordu. Ayın çift sayılı günlerinde karısı, tek sayılı günlerinde kendisi arabayı kullanacaktı. Ayların yarısı 31 gün ve 1' le başlıyordu, ayın çift günlerini de evdeki çalışmalarına ayırıyordu Vian, karısının aritmetiğinin zayıf olduğunu söylüyor ve direksiyonda karısı varken arabaya binecek kadar keriz olmadığını ekliyordu. Eleştirecek ve kendi stiliyle yerecek bir şey her zaman buluyordu. Dönemin ünlü yazarlarından Jean Paul Sartre’ ye de bazı romanlarında Jean Sol Partre adını vererek inceden alaya alıyordu. Hatta Sartre’ nin o dönemlerde çıkardığı bir dergiye karşıt tavır koymak için muhalif bir dergi hazırlıklarına girişmişti. Karısının Sartre ile olan kaçamağından mıdır yoksa gerçekten içindeki bitmek tükenmez öfkeden midir bilinmez, Sartre’ ye karşı böylesine alaycı bir tavır takınıyordu.
1954 yılında ikinci karısı İsveçli dansçı Ursula Kublen ile evlenecek ama ömrü bu evliliğe 5 yıl süre biçecekti.

Yazarlığa ‘’Bison Ravi’’ takma adıyla başlayan Vian kelimelerle oynamayı çok seviyordu. Fransızcanın kalıplarını en çok zorlayanlardandı. Söylenecek her şey artık söylenmiştir ve artık söylenebilecek tek şey yeni şeylerdir diyen Vian kendi isminde de harflerle oynayarak bu ismi yaratmıştı. Dergilere yazdığı makalelerde Adolphe Schmürz ve en az kendi ismi kadar tanınan Vernon Sullivan ismiyle de romanlar yazıyordu. En bilinen romanlarından ‘’ Mezarlarınıza Tüküreceğim’ i de Vernon Sullivan takma adıyla yazmıştı.
1946 yılı Vian için son derece verimli ve önemli bir yıldı. En bilindik 3 romanını aynı yıl yazacaktı. ‘’Günlerin Köpüğü’’ nü 3 ayda, ‘’Mezarlarınıza Tüküreceğim’’ i 20 günde, ‘’Pekin’ de Sonbahar’’ ı yine 3 ayda yazmıştı. Acelesi varmışçasına hızla üretiyordu Vian, aslına bakılırsa gerçekten de vardı 39 yıllık neredeyse yarım ömre sahip yazar normal birinden 2 kat daha fazla yaşamalıydı ama o bunun da üzerine çıkıyordu. ‘’Mezarlarınıza Tüküreceğim’’ romanı çok büyük yankı uyandırmıştı. Irkçılık, cinsellik, cinayet gibi konuları barındırıyordu. Afrika kökenli ABD vatandaşı Anderson Lee’ nin erkek kardeşinin linç edilerek beyazlar tarafından öldürülmesiyle Anderson intikamını beyaz kızlarla yatarak, tecavüz ederek alıyordu ve sonunda yakalanıp idam edilecekti. Kitap yasaklanmadan önce 100,000 adet satmış, Vian ise 100.000 frank para cezasına çarptırılmıştı. Eleştirmenlerden de büyük ölçüde sıkılan Vian, Vernon Sullivan adını kullanarak yazdığı 4 kitabın çevirmeni olarak lanse ediyordu kendi adını. Eleştirmenlerle alay etmek istiyordu. Onları çaresiz bırakacak tekniklerde ve karmaşık kurgularla, kelime oyunlarıyla, yeni birleşimler ve buluşlarla onları çaresiz bırakacak metinler de yaratıyordu.

İlk eşi Michelle 1943’ te tiroid bezi ameliyatı geçirmişti. Ona refakatçilik yapan Vian karısı hastane günlerinde sıkılmasın diye ve ayrıca onu eğlendirebilmek için ‘’Sıradan Kişiler İçin Peri Masalı’’ kitabını yazacaktı. Aynı zamanda ressam olan Vian kitabı tamamladıktan sonra kitabı resimleyecek, birçok yerinde de karısının resimlerini kullanacaktı. Zaman zaman kontrol edemediği güçlü sezgileri onu serseri bir mayın gibi yönsüz ve tedbirsiz kılıyordu. Akacak bir mecra bulamadığı anlarda eleştiri oklarını savuracağı bir hedef seçemediğinde kendinle dalga geçiyordu. Bunun daha samimi olduğuna inanan Vian kendini alaya alırken asıl eleştiri oklarını inceden etrafına yöneltmekten de eksik kalmıyordu. 23 yaşında romanlardan, yazmaktan ve entelektüel kaygılardan bahsederken insanların sadece bildikleri konularda bir şeyler okumaktan zevk aldıklarını söyleyecekti. Her zaman hiç okumadıkları şeyleri anlatmaya çalışıyordu insanlara ve sonunda onlara da kızmıştı. Edebiyatta bildiği şeyleri okumaktan zevk almıyordu. Hakkında tam olarak hiç bir şey bilmediği şeylerden bahsettiğini söyleyecekti ve gerçek entelektüel namusun da bu olduğunu, ortada yazacak bir mesele yoksa mesele gerçek değilse, meseleye ihanet etmemek gerektiğini savunacaktı.
Neredeyse üretmekten düşünmeye zaman bulamayan Vian, kendi yapıtlarının dışında döneminde gerçekleşen ve hatta geçmişte ele alınmış eserlere bile bitmek tükenmek bilmeyen bir yergiyle yaklaşıyordu. Şairlerin esinin kamçılarıyla yazdığını ve fakat Victor Hugo’ ya bu kamçıların vız geldiğini söyleyecek kadar rahat bir alaycılıkla yaşıyordu. En başından beri zamanının kısıtlı olduğunu biliyordu Vian, kimseye sevimli ya da uygun görünmeye çalışmadı. İstediğini istediği şekilde yaptı ve her zaman sert bir muhalif olarak yaşadı. Eleştirmenlerle çok uğraştı. Tüm bu tutumları onun yaşamı sırasında söylem dışı bırakılmasına sebep olacaktı ama bu onun umurunda bile değildi.
39 yıllık yaşamı boyunca, 10 roman, 42 kısa öykü, 4 şiir kitabı, 50 civarında makale, 7 tiyatro oyunu, 6 opera librettosu, 400 kadar şarkı sığdırmıştı. Birçok senaryo da yazan Vian, 1956 yapımı Antony Quinn’ in başrolünü üstlendiği ve Quasimodo karakterini canlandırdığı ‘’Notre Dame de Paris’’ filminde kardinal rolünde oynadı. Kim ne derse desin ne tavır alırsa alsın Vian her zaman üretti. Doğumundan ölümüne, başından sonuna toplum ve düzen karşıtı muhalif tavrıyla, şiddet ve eleştiri yüklü romanlarıyla bir dönemin önderi haline geldi.

Yaşama sevincini sanatın her türlü dalında bulan, zor ama keyifli hayallerin insanı, sevdiği kadınların bedeninde nilüfer çiçekleri açtıran ince ruhlu ama bir o kadar da cinselliğin vahşi doğasına gem vuramayan, vurmayan, tutkulu bir insandı Boris Vian.
Doğru bir şekilde sevişmeyi öğrenmeyi bir tarih kitabı üstünde düşüne düşüne delirmeye yeğliyordu. Edebiyata onca eser kazandıran Vian sadece iki şeyin var olmaya değer olduğunu söyleyecekti. ‘’Güzel kadınlarla aşk, her şekilde aşk; bir de New Orleans veya Duke Ellington müziği. Geri kalan her şey gitmeli, çünkü geri kalan her şey çirkindir…’’

Gökyüzünde bulutlar gökyüzünde bulutlar varmış gibi bir görüntü oluşturuyordu onun hayal gücünde, çünkü gerçeklikten uzaktı Vian, gerçekçilikten ve acılardan nefret ediyordu. Ama hep gerçeklerin içinde acı çekerek yaşadı, edebiyatta doldurduğu nefret ve acı küfesini müzikte boşaltıyordu.

23 Haziran 1959 günü ‘’Mezarlarınıza Tüküreceğim’’ adlı romanından uyarlanan filmin galasında film yapımcılarıyla tartışacaktı. Filmin gösteriminde isminin görüntülerde olmasını istemiyordu. Filmin ilk dakikalarında yıllardır sabırsızlıkla beklediği kalp krizi gelmişti artık. Oturduğu yerden yere yığılırken hala filmin yapımcılarına olan öfkesini kusuyordu. Kaldırıldığı hastaneye doğru yol alırken, Vian için nefesli yaşam bitmişti artık…


Yalın İnce



Boris Vian ‘ dan…

‘’ Eğer bir kadını elde etmek, bir kadeh cini ya da bir paket Gauloise sigarasını elde etmek kadar kolay olsaydı ve onun, alkol ve sigara gibi, kirli ve mide bulandırıcı bir odaya tıkılmaya zorlanmaksızın açık havada tadına bakma özgürlüğümüz; alkolizm ve nikotin zehirlenmesi çarçabuk ortadan kalkar ya da en azından makul ölçülere inerdi.’’


1954 yılında yazdığı ‘’Asker Kaçağı’’ şarkısının sözlerinden…

Size sayın başkanım
Döktürdüğüm bu mektup
Belki de okursunuz
Birazcık vakit bulup

Askerlik kağıtlarım
Demin geçti elime
Çarşambaymış son günüm
Gitmek için cepheye

Ama sayın başkanım
Bunu yapmak istemem
Zavallı insanları
Vurmak için doğmadım ben

İstemem sizi üzmek
Söylemek zorundayım
Benim kararım karar
Kaçağım, firardayım…


‘’Bir diş gibidir yaşam’’ şiirinden

Bir diş gibidir yaşam
Ne olduğu düşünülmez ilkin
Öğütmekle yetinilir
Bir de bakarsınız çürümüş bir gün
Sızlar önemsenir
Kaygı özen bakım
Ve tamamen iyileşebilmeniz için
Koparılıp alınması gerekir elinizden yaşamınızın…



Jöleli Şarkılar şiir kitabından

Bunda Ne Var ?

Birincisi:
Kendinden çok genç bir kadınla evlenmek, çok kıyak şey
Bir kadınla evlenmek, çok kıyak şey
Evlenmek çok kıyak şey
Kelek yanlarını saymazsak.

İkincisi:
Kendinden çok yaşlı bir kadınla evlenmek çok kıyak şey
Bir kadınla evlenmek çok kıyak şey
Evlenmek
Çok kıyak şey
Kelek yanlarını saymazsak.

Üçüncüsü:
Çok kelek şey
Bir kadınla evlenmenin kıyaklığını saymazsak.

Tom Robbins - Sihir ve Yağmur

SİHİR VE YAĞMUR

Sonbahar yağmurlarının yaklaşan kış soğuğunu kovduğu, yazdan kalma bir parça sıcak esintiyi çağırdığı yağmurlu bir Cihangir akşamı gezintiye çağırıyor duyguları. Sokaklarda kimselerin kalmadığı gecenin güne göz kırpmak üzere olduğu saatlerde yağmur damlaları duyguların çıplak bedenlerinde buharlaşıyor.
Apartmanların İtalyan stilli cepheleri ışığın ve gölgenin tuvali gibiler. Birbirlerine omuz vermiş evler ıslak ve çıplak duygular yürüdükçe ince jestler yaparak yer yer geri çekiliyorlar ve sürprizler yaratıyorlar. Martıların Kız kulesi şarkıları söyledikleri o yağmurlu ve ılık esintili gecede sokağın diğer ucundan kesik kesik duyulan balkan ezgili akordeon sesi yakalıyor başıboş gezen duyguları, bazen yükselen, bazen kaybolan ama hiçbir zaman net olarak işitilemeyen o ses bir bulup bir kaybettiğimiz mutluluğa benziyor. Yaşamın her anına gizlenmiş mutluluk kırıntıları o gece her yağmur damlasının içinde saklanıyor birer birer, çıplak bedenlerin sıcaklığıyla damlalar buharlaşıyor ve mutluluk teninize işliyor. Akordeon sesi bir artıp, bir kaybolurken hayali aşıklar köşe başlarında beliriyorlar. Özgür kalan hayal gücümüz bizimle eğleniyordur artık, mutluluk bizimle eğleniyordur, yağmur ve ılık esinti bizimle eğleniyordur. Hayat bizim eğlenemediğimiz, mutsuz olduğumuz her anın hesabını bizden böyle bir hayal yaratarak soruyordur. Islak dolaşmaktan üşümezseniz eğer yada bir kez olsun üşümeye pey vermezseniz köşe başlarında saklanan evsiz, barksız, yalnız duyguları görebilirsiniz. İnsanlar günlük hayat mücadelesinin yıpratıcılığını evlerinde dünyevi uğraşları ve hesaplarıyla onarırken farkında olmadan duygularının bir çoğunu da sokağa atarlar. Hele böylesine yağmurlu bir gecede iyice içine kapanan insanların terk ettiği sokaklar yalnız ve başıboş duyguların terk edilmiş kentleri gibidir. Köşe başlarına iyice bakarsanız görebilirsiniz belki de, kah yalnız başına ağlayan kah üçü beşi bir araya gelmiş ateş yakıp kafayı çeken, kah daha kalabalık kimsenin görmediği ve görmek için ruhuna dokunmadığı karnaval kutlayanları da vardır. Üşümeye biraz daha karşı koyabilirseniz yada tamamen aldırmazsanız, mitolojiden fırlamış, diyarlarından kovulmuş bir sürü tanrı ve krallar saydam hallerinden vücuda bürünürler. Işıklar hareketlenir, gölgeler çarpışır. Evlerin pencereleri göz olur bakışır, ağaçların dalları kol olur oynaşır. Kaldırımların taşları dil olur, konuşur. Duygular vücuda gelir insanlaşır, sizde hayal gücünüzü serbest bıraktığınızda olabilecek her şeyi özgürce yaşarsınız. Tom Robbins’in hikayelerinden birine dalıp çıkabilirsiniz, hatta isterseniz onunla konuşabilirsiniz bile. Her şeye rağmen mutluluk, her şeye rağmen özgürlük, her şeye rağmen hayal gücü diyorsanız eğer, sıradan yağmurlu bir gecenizi bile bomboş bir sokakta karnavallar kutlayarak geçirebilirsiniz.

Hayatı boyunca gözle görülmeyen ama istenildiğinde ruhların içinde yaratılabilen karnavalların içinde yüzüyordu Tom Robbins.Yazdıklarımı okuyanlar bir Fellini filmi izlemiş gibi olsunlar diyordu. Büyük bir yaşamsal güçle karşılaşmış, beklenmedik bir varoluşun içine çekilmiş, kendilerini uzun bir uykudan uyanmış gibi hissetmelerini istiyordu. Ama ne mutluluğa giden yolun tarifçisi ne de acı dolu bir hayatın güncesi olmak istiyordu. Sadece her şeye rağmen yaşamak hem de keyifle yaşamak istiyordu. 22 Temmuz 1936’da Kuzey Carolina’da doğmuştu. Annesi çocuklar için dinsel içerikli hikayeler yazan bir hemşireydi ve Robbins’ı küçük yaşlarından itibaren okumaya teşvik etmişti. 10 yaşındayken kız kardeşi öldü aynı yıl tanrı ikiz kız kardeşler verdi ona. 18 yaşına geldiğinde muhabirlik okumak üzere Virginia’da üniversiteye başvurdu ancak disiplinsiz davranışları okulda çok az bir zaman barınabilmesine sebep oldu. Bu ayrılığın ardından şair olma hevesiyle New York’a taşındı. Ordu yoklamasının yaptırımıyla Amerikan Hava Kuvvetlerine girdi. 3 yıl Kore’de askerlik yaptıktan sonra 1960 yılında Virginia’ya geri döndü. Şairlik hayalleri başka bahara kalmıştı. Richmond Enstitüsüne girdi ve orada sanat eğitimi aldı. Okulun kampus gazetesinin editörlüğünü yaptı. Mezun olduktan sonra Seattle’a uzak doğu kültürü üzerine master yapmak için gitti. 1960’larda Amerika ve savaş karşıtı hareketlerin içinde bizzat bulundu. Dönemin hippi hareketinin olmazsa olması asitle o yıllarda yoğun bir şekilde haşır neşirdi. Amerika yollarında hayali karakterler keşfetmek için otostopla yolculuk yapıyordu. Nasıl Kerouac yollarda hayatın anlamını arıyorsa Robbins’te fantastik karakterler yaratacak imgeler peşindeydi. Ulvi, ince ve özgür ruhlu bir yapıya sahipti. Fantezi dünyasıyla gerçek dünya arasında varolabilmek için yazıyordu, fantezilerini gerçek dünyaya sunuyordu. Bazen ucuz restoranlarda veya köhne barlarda oturur, herkesin gitmesini bekler ve mekan boşalınca yazmaya başlardı. Bazen de bir otel odasında yada evinde Frank Sinatra’dan başka bir şey dinlemez ve yine saatlerce yazardı. Gençlik yılları bohem denebilecek tarzda bir hayatın unsurlarıyla donanmıştı. Daha sonraları Uzak Doğu’ya olan ilgisi arttı. Panteizm, mistik Doğu dinleri ve Yeni Fizik gibi alternatif düşünceleri araştırdı, Uzak Doğu’ya gidip gelmeye başladı. Tokyo’yu sıklıkla ziyaret ediyor, doğu kültürünü yerinde inceliyordu. Hindistan, Tanzanya, Timbuktu, Meksika, Macaristan, Guatemala gibi farklı yerlere mitoloji araştırmacısı bir arkadaşıyla seyahatler yaptı. Bu bölgelerin inanışlarını, efsanelerini, mitlerini, totemlerini yani fantezi dünyasını besleyebileceği her türlü birikimi topladı. Hindu öğretisi Osho’dan etkilendi ve bu edinimler Robbins’in mitlerle oyuncak gibi oynayan eğlenceli ve fantastik bir yazar olmasına büyük katkı sağladı.
Yazarlığının ilk dönemlerinde uzun bir süre röportaj vermedi, hiçbir fotoğrafı yoktu. Kimse onun tam olarak kim olduğunu, nerde yaşadığını bilmiyordu. Salinger gibiydi, sürekli kaçıyor ve gizleniyordu. Kadın olduğunu düşünenlerden, Tibet’te bir dergahta yalnız başına yaşadığına inananlar bile olmuştu. Sonraları kendini açmaya karar verdi ve basında yer aldı. Tek istediği yazmak, kendi yolunda yürümek ve hayatın tadını çıkarmaktı aslında ama ne var ki popülarite ve medya dünyanın en güçlü iki figürü olduğunu her zaman ispatlamak zorundaydı. Yazarların hayatlarının bilinmemesinden yanaydı çünkü bunun okuyucunun konsantrasyonunu bozacağına inanıyordu. Eğer bir okur, yazarın hayatını bilirse yazarın kitabında anlattıklarından uzaklaşıyordu kendi fikrince. Robbins ne kadar gezip görmüş olsa da klasik edebiyatın disiplinli yazarları gibi kendini çok çalışmaya günde 9-10 saatin üstünde yazmaya zorluyordu. Gerçek hayal gücünün çalışmak ve hissetmekle açığa çıkabileceğine inanıyordu. Yetenek yaratılacak bir şey değil, keşfedilecek ve emek verilecek bir güçtü. En güzel oyuncağım sihir diyordu Robbins, sihrin komedisi ve çekiciliği…Duygularını sokaklarda bırakan ve her zaman mutsuzluktan ve aşksızlıktan yakınan insanlar gibi yapmıyor, mükemmel aşığı aramak yerine mükemmel aşkı yaratmaya çalışıyordu.
Aslında dünyada harikulade acayiplikte karmakarışık bir karnaval, gerçekler havada uçuşurken hiçbir şey inanılası gibi değil, düz değil, mimar Hundertwasser’in yapılarla ilgili işaret ettiği gibi her doksan derece zaman içinde yuvarlanır, her şey dik açıdan kaçma eğilimi gösterir. Insan doksan dereceyi icat etti, doğada onu bozmayı her daim becerdi. Hiçbir şey düz değil, eğik, bükük, bölük pörçük ama eğlenceli ve heyecan verici, çekici ve sıcak. Kesin diye bir şey yok, risksiz bir ortam veya güvenilirlik söz konusu değil. Görünenlerin arkalarına saklananların hiç biri görülür değil, herkesin ve her şeyin yüzünde karnavalımsı maskeler var, sadece çok azı biraz daha ince ve bazıları kaçarken köşe başlarında durup saklandıkları duvarların arkasından bir anlığına maskelerini indirip ruh perdelerini aralıyorlar bize. Bunun dışında her şey bir oyun ve pist alabildiğine bölük pörçük, tam değil, bütün değil, büyük ve parçalı. En mantıklı diye düşündüğümüz sözler yada fikirler bugüne kadar en çok duyduğumuz şeylerdir aslında. Zihin böyle bir besleme sistemi geliştirir. Unutmaya meyilli olsa da sıklıkla duyduğu şeyleri de bilinçsizce saklar. Yani yağmurlu bir Cihangir gecesinde bomboş sokaklarda masalsı bir karnaval yaşandığını duymak mantıklı gelmeyebilir ama sihrin, masalın ve hayal gücünün salıverildiği bir gecede Tom Robbins hikayelerinden birine şahit olunabilir.


YALIN İNCE