REVİR VE AŞK
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilan edildiği yılın Aralık ayında başka bir Akdeniz ülkesi İspanya’da yeni kuşak bir ‘İspanyol Kızılı’ dünyaya geliyordu. 10 Aralık 1923’te İspanyol Kızılları diye anılan bir ailenin yeni üyesiydi Jorge Semprun. Madrid’te ailesiyle birlikte 4 yıl dayanabildiler, İspanya Savaşı’ndan kaçıp Fransa’ya iltica ettiler.
Aile boyu kızıl oldukları için üstlerindeki baskı ve gözetleme hiçbir zaman eksik olmadı, Semprun bu rahatsız ortam içinde tedirgin bir çocukluk dönemi geçirecekti.
Ailesinin politik yönünden uzak yetişmeyen Semprun, felsefe eğitimini tamamladıktan sonra 18 yaşında Fransız Komünist Parti’sine üye oldu. Ama bir yıl sonra Gestapo tarafından tutuklanarak Buchenwald toplama kampına konacaktı. Daha yirmili haneleri görmeden siyasi suçlu pozisyonuna düşmüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın ve işkencelerin gölgesinde yaşamak zorundaydı artık.
Yaşayan hiçbir canlının hak etmediği şartlara tabii tutuluyordu, diğer tutsaklar gibi. Çok az besin ve zalimce çalışma. Sabah dağıtılan tayınının hepsini bir kerede bitirmemek için zor tutuyordu kendini. Bu, 14 saat boyunca boş mideyle çalışmak demekti. Dağıtılan o kadar azdı ki hepsini yese bile doyamayacaktı. Günlerin açlığı bedenini çoktan kuşatmış, zulmün eritmeye koyulduğu ruhu yara almıştı. Ama yine de gelecek fikriyle o anlık açlığını unutmaya, bastırmaya çalışıyordu.
Bu karanlık mağaranın ışığı, uçsuz bucaksız okyanusun hiç sönmeyen feneri edebiyat oluyordu. Sanattan, yazından çok öteydi edebiyat onun için özellikle de şiir.
Kampın ortak helasına ilk kez adımını atarken Rimbaud’nun bir metnini düşünmüş, kendi içinden, yüksek sesle, ezbere okumuştu; ‘’Bethsaida, beş dehlizin boşaldığı havuz, bir sıkıntı noktasıydı. Sanki uğursuz bir çamaşırhane, yağmurdan hep bunalmış ve siyah…’’ ‘’İç basamaklarda hareket eden dilenciler…Kesilmiş kol ve bacaklarına sardıkları beyaz yada mavi kumaşlar. Ey askeri çamaşırlık, ey hamam…’’
Edebiyat bir uğraş, meşgale değil, bir zorunluluktu.
Edebiyat onun için bir hayatta kalma yöntemiydi.
Buz gibi sularda, kumlu sabunla, tüm gece diğer mahkumlarla sıkış tepiş yatmanın pis kokularını bedeninden kazımak için tüm derisini kızarana dek ovarken Rimbaud’nun ‘’Yazın sabahın dördünde / aşk uykusu sürer hala…’’ dizeleriyle bilincini uyuşturuyordu. Uyuşturuyordu ki içinde bulunduğu durumun vahşetinde akıl sağlığını koruyabilsin, delirmiş gibi davranarak aklına mukayyet olabilsin. Sevdiği şiirleri söylüyordu tüm mahkumların bir arada yıkandığı ortak duşlarda.
Kamp günlerinde anadili İspanyolca Semprun’un yasadışı yaşamının dili olacaktı. Aklında kalabilmesi, hatırlayabilmek için rakamları, telefon numaralarını, yıl dönümü tarihlerini birer tekerleme gibi zihninde döndürüp duruyordu. İnsanın anadilini unutmaktan korkması… Ne garip bir ruh halidir, ne olasılık dışı bir korkudur… Öylesine bir kampta tutsaktı ki önceki iki cümle gerçekliğini öylesine kaybediyordu. Semprun için bunlar basit, alışılagelmiş kaygılar oluyordu.
İspanyolcayla ilişkisini, zihninin perde arkasında, derin, karanlık ve sıcak yüzeyinde yaşayan canlı şiir ayakta tutmuştu.
Weimar-Buchenwald kampı 1937 yılında kurulduğunda Nazi şefleri bir ‘’yeniden eğitim kampı’’ modeli fikrindeydiler. Tutsak anti-faşist militan ve kadroların dönüştürülmesi amacıyla kamp kütüphanesine bir takım Nazi kitapları konmuştu. Semprun’da bu kütüphanenin müdavimlerindendi. Faulkner’i seviyordu, Adolf Hitler’in Kavgam kitabını her görüşünde buna dayanmak zorunda kalıyordu. Zaten kısa süre içinde eğitim kampı diye yutturdukları nane zorunlu çalışma ve imha kampına dönüşecekti. SS’lerin keyfi sertliklerinin dehşeti içinde yaşamın adaletini sorguluyor, her şeye rağmen hayatta kalmayı düşünüp dayanma yolları arıyordu. Gerçek değişmiyor, omuzda taşındığında kemik çatısını bozacak ağırlıktaki taşların altında, koşar adım kölelik etmek zorunda kalıyor, aç köpekler ayak bileklerini ısırırken Nazilerin kalleş yumruklarını midesine yiyerek hayatta kalmaya çalışıyordu.
Nazi şefler kanalizasyon çukurlarıyla ölüm barakaları arasına dizdikleri mahkumlar boyunca yürüyor, yarı çıplak bedenleri, kalçaları, kıçları, cinsel organları seyrediyorlardı. Bu aşağılık merasime katlanmak zorundaydı Semprun, insanlıktan çıkmadan, aklına mukayyet olarak…
Kampa katılan iri kıyım bir Rus çalışma saatlerinde Semprun’la eşleştirilmişti. Ağır yükleri Semprun’un yerine yükleniyor, SS’lerin boşluklarından yararlanarak Semprun’un bedeninin kaldıramayacağı işleri bu yoldaş Rus yapıyordu. Karşılık beklemiyor sadece içinden geldiğince Semprun’u kollamaya çalışıyordu. İnsan doğasına içkin olan, iyilik yapma yönündeki temel özgürlüğe örnek teşkil ediyordu.
Semprun, SS subaylarından birinin karısı hakkında sarsıcı bir hikaye duyduğunda uzun zaman kendine gelememişti. Hikayeye göre kadın, yakışıklı mahkumları seçiyor, önce yatağında soyuyor, onlardan zevk alıyor ve varsa dövmelerini inceliyordu. Mahkum infaz edildiğinde ise derisini uygun biçimde işletip abajur yapmak için alıyordu.
Ve bunun gibi onlarca sapkınlığın savaşla çığırından çıktığı, insanlık kelimesinin dışkıdan daha az itibar gördüğü bir yerdeydi Semprun. Buradan sonra cehenneme gidilse rahat edilebilirdi belki de.
Herkes, her şey sessizdi…ve Semprun diyecekti ki ;
‘’Önemli olan Tanrı’nın sessizliği değil, insanların sessizliği, mutlak kötülük karşısındaki sessizliği…’’
Yaşadığı tüm bu zulmün üstüne, Semprun, Gestapo tarafından soruşturulmaya başlandı. Kısa süre önce soruşturulan ve ardından infaz edilenler olmuştu. Bunlardan biri Semprun’un eski şeflerinden biriydi. Semprun için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Üyesi olduğu parti Semprun’un durumuna endişeleniyor, onu kaybetmeyi göze alamıyordu.
SS’lere karşı bir oyun oynamaya karar verdiler. Ölmek üzere olan biri bulunacak akabinde Semprun revire sevkini çıkartacak ve bulunanla yer değişecekti. Bu fikir Semprun’u içten içe rahatsız ediyordu ama ufukta başka seçme şansı gözükmemekteydi. Buldukları kişi genç Parisli bir öğrenciydi, üstelik ölmek üzereydi.
Gece olmuştu, bir yolunu bulup revire sevki aldı. Giysilerini vestiyerin üzerine bırakıp revire geçti. Kasıklarını neredeyse örten sert bir kumaştan dikilmiş, dar bir gömlek giydirilmişti. Yerini alacağı Fransız gencin yanına doğru ilerliyordu. Onun adıyla yaşayacak, onunla ölecekti. İsimleri değiş tokuş etmek, hayatları değiş tokuş etmek demekti. Yerini alacağı gencin yanına uzanırken onun yüzünü görmek istiyordu, bir ölünün yüzünü görmek, yerine geçeceği ölünün yüzünü görmek, ölümüyle yaşayabileceği ölünün yüzünü görmek…
Revirde yer kazanabilmek için tutsaklar yataklara birinin başı diğerinin ayağına denk gelecek ters bir şekilde yatırılıyordu. Semprun, genç Fransız’la aynı yönde yatıyor, ölümün ve yaşamın işaretlerini onun yüzünde görebiliyordu. Yaşamın ötesine çoktan geçmiş gibi duran bu genç adamın çıplak yatan deri kaplı iskeleti, kurumuş bacakları, çürümüş adaleleri leş gibi kokuyordu. Gövdesini yavaşça kendine doğru çevirirken gerçek denen şeyin ne denli rezilce olduğuna inanamıyordu.
Ruhu bu genç adamı çoktan terk etmiş, geriye kalanlar onunla ilgili bir gerçeklik taşımıyordu. Bu terk edilmiş zavallı kısa süre içerisinde krematoryum fırınında yanacak, sabun olacaktı. Ölümün kayıp adımlarının dolandığı o revirde, inlemeler, hırıltılar ve solgun, umutsuzluk ve korku dolu çığlıklar kanserli duvarlara toslayıp birer birer eriyordu. Semprun’un etrafında leşlerden, cesetlerden, ölümün, onursuzca öldürmenin pis kokusundan, sabuna dönüşecek etten başka bir şey yoktu.
Filmi burada makaslıyoruz ve 2 yıl ileri alıyoruz, gerçekleri konuşur ve yazarken yaşamın sadece ölümden, kandan ve vahşetten oluşmadığını unutmamak için…
Semprun Buchenwald’tan ayrılıyordu, özgürlüğüne tekrar kavuşuyor ve Paris’in yolunu tutuyordu. Her şeyden öte bir de aşk vardı. 1945’te Paris’e geri döndüğünde eskiden kalan bir arzu zihnini ve kasıklarını titretti. Kampta geçirdiği tutsaklık günlerinde erkek gibi hissedebilmesini sağlayan, aç ve yorgun, buz gibi suların altında bedeninin hayaliyle seviştiği kadını yağmurlu bir Pazar akşamüstü şehrin meydanında elinde sandaletleri, yalınayak ve sırılsıklam olmuş gömleğinin tenine yapışmış haliyle görüyordu.
Kadında onu görmüş ve bir anda kollarına sığınmıştı.
Hiçbir söz söylenmedi, hiçbir ses çıkmadı.
Islaklık, sıcak vücuduyla buluştuğunda gözlerini kapatmış, tüm yaşayamadığı arzularının acı muhasebesini yapmıştı. Ama yinede yazlık giysilerinin içinde hayal meyal seçilen diri ve körpe bedenini arzuladığını, onunla dakikalarca, saatlerce, günlerce, yemek yemeden, uyumadan, konuşmadan sevişmek istediğini söyleyememişti.
Yağmur dindi ve o kadın gitti.
Bir daha onu görmedi.
Ona benzeyen genç bir kadınla evlendi.
Daha sonra militanlık yılları tekrar başladı.
1957-1962 yılları arasında İspanyol Komünist Partisi’nde yer aldı. Federico Sanchez takma adıyla Franco karşıtı yer altı faaliyetler düzenledi. 1964’ta partiyle fikir ayrılığına düştü ve ayrıldı. 7 yıl UNESCO’da çevirmenlik yaptı. 1988 yılında İspanyol hükümeti tarafından kültür bakanlığına seçildi ve 3 yıl bu görevi yaptı. Fransa’da Goncourt Akademisi’ne seçildi.
İşkenceler bitmiş, mücadelesi devam ediyordu. Ediyordu ama o yağmurlu Paris akşamüstü söyleyemediği sözleri unutamayacaktı.
Yağmur dindi ve aşk gitti…
YALIN İNCE
13 Ocak 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder