YALNIZ
‘’Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bu dünyada yapayalnızım."
Bilinci bir felaket ortamı içinde inşa oldu. Dokuz yaşında başlayan hain bir kemik hastalığının, on üç yaşında yaşamı kendi tırnaklarıyla kazıma mecburiyetiyle birleşimi edebiyattan ve felsefeden önce hayatı ve kendi varoluşunu algılayıp anlamaya sevk etti Peyami Safa’yı. Tüm bu hastalık ve yaşam savaşından evvel daha iki yaşındayken babasını kaybetti. Babası Servet-i Fünun şairlerinden İsmail Safa 1901 yılında Sivas’ta sürgündeyken öldü. Yıllar yılı babasız büyümenin acısı ve ezikliğiyle savrulan Safa, ekonomik şartlarında etkisiyle düzenli bir okul eğitimi göremedi.
Vefa İdadisi’nde ki öğrenimini annesine bakmak zorunda olduğu için yarıda bıraktı ve biraz para kazanmak adına Keaton Matbaası’nda çalıştı bir süre. Hayatı zorlamaktan hiçbir zaman vazgeçmeyerek o dönemde açılan bazı sınavlara iştirak etmiş ve Posta-Telgraf Nezareti’nin sınavında muvaffak olarak Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar yaklaşık 4 yıl bu mevkide çalışmıştı. Savaş sonrası Boğaziçi’nde Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yapmaya başladı. Yine 4 yıl kadar eğitim verdiği bu okulda aynı zamanda kendi çabalarıyla eğitimde aldı, Fransızca’sını geliştirdi.
Yine aynı dönemde edebiyatla da yakın ilişkiler kurmaya başladı Peyami Safa.
Birer hikayelik iki küçük kitap çıkarmasının yanı sıra çeşitli sanat dergilerinde çevirileri ve makaleleri de yayımlanmaktaydı.
1918 yılında öğretmenlikten ayrılarak ağabeyi İlhami Safa ile birlikte 20.Asır adlı akşam gazetesini çıkarmaya başladılar. Peyami Safa bu gazetede yazdığı
Asrın Hikayeleri başlıklı yazılarıyla gazeteciliğe başlamış oldu.
İlk zamanlarda imzasız olarak yayımlanan bu hikayeler dönemin ileri gelen yazarları Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin gibi isimlerden takdir ve teşvik topladı.
Peyami Safa 43 yıl boyunca hemen hemen hiç ara vermeden yazın hayatını sürdürdü.
Hayatı boyunca kaleminden başka geçim kaynağı olmayan Safa fıkra, roman, makale, hikaye gibi bir çok türde eserler vermiştir. Edebi kişiliğinin yanı sıra Peyami Safa bir düşünce adamıdır. Siyasetle yakından ilgilenmiş ve bir çok düşünsel çalışması da olmuştur. Avrupa ve Türkiye entegrasyonunu, millet ve insan değerlerini, sosyalizm, marksizm, komünizm gibi kavramları işleyen yazılar yazmış, kendine göre bir toplumsal, siyasi ve ahlaki oluşum izah etmeye çalışmıştır.
Çağın düşünce akımlarıyla ilgilenmiş, kendine göre tahlil ve teşhislerde bulunmuştur. Zamanının karşıt fikirli yazarlarıyla da kalem kavgalarına girmekten çekinmemiş, Nazım Hikmet, Nurullah Ataç ve Aziz Nesin gibi isimlerle sert yazışmalar geçirmiştir.
Özellikle Nazım Hikmet’le olan ilişkisi daha sonraları şekil ve içerik değiştirmiştir. Nazım Hikmet’in konuşma ve tartışmalarının en önemli konusu komünizm Peyami Safa’yı çileden çıkarmaktadır. Peyami Safa o yıllarda Fatih-Harbiye romanıyla edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmiş zeki ve kabiliyetli genç bir yazardır.
Bu donanımlarına kıymet veren Nazım Hikmet, Peyami Safa’yı davası yoluna katmak istiyor onun her türlü hırçınlıklarına, delişmenliklerine, zıt fikirlerine ve muhalefetine katlanıyor, onu kazanmaya çalışıyordu. Peyami Safa ise Nazım Hikmet’in bu duruş ve etkisinin altında ezilmekten korkuyor, onun gölgesinde kalmak istemiyordu. Düşünceleri ve konuşmalarıyla Nazım Hikmet’i fikrinden caydırmaya uğraşıyor, çabaları sonuçsuz kalınca da asabiyetini gizleyemeyerek karşı tarafın yolunu tutuyordu. Sağ neşriyatın Necip Fazıl gibi öncül bir ideologu olmasa da anti-komünist tutumu iyice benimsemiştir.
Peyami Safa’nın bu siyasi kimliğinin asla gölgeleyemeyeceği ve geri planda bırakamayacağı edebi kimliği ise yazın hayatı boyunca her yazar gibi gelişimler ve değişimler geçirmiştir.
Peyami Safa aynı zamanda Server Bedii imzasını da kullanır. Halk için yazdığı edebi lezzeti diline keyif vermeyen yazılarını bu isimle yazdığını söyler. Buna rağmen Server Bedii imzalı Cingöz Recai serisi ve bazı polisiye romanları oldukça ilgi ve merakla takip edilmiştir.
Kendi dönemleriyle ilgili şöyle demiştir; "Benim kitaplarım üç merhale geçirmiştir. Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan çocukluk kitaplarımdır. Bunlar 20 yaşımın etrafında doğmuşlardır. Hepsini, bilhassa Canan’ı ele alınamayacak kadar kusurlu bulurum. İkinci devre kitaplarım Şimşek ve Bir Akşam’dı. Bunlarda teknikten ziyade insan ruhuna ait endişeler itibariyle bir fark görülür. Vakıa ile beraber saiklere nüfuz etmek ihtiyacı da artıyor. Üçüncü kitaplarım, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye ve Bir Tereddüdün Romanı’dır. Bunlarda çalışma hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum."
Belki de yazar kendine ortalama bir yaşam süresi koymasa, normal bir bireyden iki üç kat daha fazla yaşayabilmesi söz konusu olsa, verdiği eserlere öncelikle kendi bakış açısı değişecek, bir üst boyuta çıkabilme olasılığı kuvvetlenecek, oldum yada olgunum devresi aşılacak ve hiçbir zaman tam olarak emin olamadığı yeteneğini ve sınırlarını sonuna kadar zorlayabilecek, ortaya çıkanları ise herhangi bir şekilde sınıflandırma gereği duymayacak. Bu yüzdendir ki hayatları bolca meşakkatle geçmiş yazarların diğerlerine göre daha derinliği mevcuttur ve yahut meşakkatli yaşayanlar yazarlığa bir parça daha yakındırlar.
Peyami Safa tüm kayıpları, acıları, ezikliği ve yorgunluğunun içinden yazar, gazeteci, düşünce adamı kimliğini doğrultabilmiş 62 yıllık yaşamına 150 basılı eser, sayısız yazı sığdırmış 43 yıl boyunca duraksız yazabilmiştir. Yazıya layık olabilenlerden ve yazmayı saygın bir meslek olarak görenlerdendir. Yaşamı boyunca da başka bir unsuru geçimi için kullanmamıştır.
Peyami Safa romanlarında olaylardan, kurgudan, örgüden çok psikolojik tahlillere yer vermiştir. Sosyoloji ve psikolojide ki bilgi donanımı uzmanları kıskandıracak düzeydedir. Romanlarında ki insanların fizik ve ruh hareketlerine bağlı davranışları bir bütünlük halindedir, birbirini tamamlar. Dinamik ruh tahlilleri yapar, olaylar dolgunlaştığında bunlara verilen ruhsal tepkilerde önem ve içerik kazanır.
Beden ve ruh hareketlerini paralel olarak geliştirir, klasik psikolojik romandan ayrılmaktadır. Peyami Safa, yaşam-ölüm, ruh-beden birlikteliği ve ilişkisi üzerine çokça düşünmüş son dönem romanlarında da mistizme yönelmiştir.
Ona göre ruhun bedenden ayrı olması mümkündür,ancak ruh ve beden değer bakımından birbirinden ayrılamaz. Yaşamak için ikisinin birlikteliğine ihtiyaç vardır ancak her ayrılık ölüm anlamına gelmez, mutlak ölüm diye bir şey söz konusu olamaz.
İnsanı hayvandan ayıran en büyük özellikte buradadır. Gelişme ve medeniyetleşme isteği, ruh ve bedenin birbirlerini kovalaması ve ayrılıklarının gelişimi ilerletmesidir.
Peyami Safa romanlarında ahlak çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamaları, kültürler arası etkileşimlerin sonuçlarını, nesil çatışmalarını, siyasal fikir farklılıklarını, zıt tutumları duygu ve düşünce tezadını işledi. Batı kaynaklarının zalim olarak tanıttığı Hun İmparatoru Atilla’yı aklamak için tarihsel bir roman bile yazmıştır.
Peyami Safa görünürde muhafazakar bir kimliğe sahipti. Kadın, aile, ahlak gibi konularda modern hayat yaşayan kadınları kızdıracak söylemlerde bulunmuştu. Ona göre bir kadının en değerli vasfı rahmiydi. Dünde bugünde dünyayı yöneten gizli merci işte bu rahimdi. Bunu söylerken bir yandan kadınları temel görevlerinin doğurmak olduğuna dem vurup onları erkek egemenliğine yönlendirirken bir yandan da dünyanın asıl yöneticisi olarak ta kadınların rahimlerini işaret ediyor, ama rahmi mi yoksa içinden çıkacak erkek evlatlarımı kastediyor, onu tam kavramıyoruz, kavramak istemiyoruz. Bu görüşlere rağmen insaniyetçi olduğu tartışılmaz Peyami Safa’nın, En şüpheci zamanlarında bile insaniyetçi ve milliyetçi olduğunu saklamıyor, Tanrı’dan şüphe ettiği zamanlarda onun varlığı imkanını reddetmediğini, insanın kendi kendisi kalmak şartıyla değişmesinin zaruri olduğunu söylüyordu. Muhafazakar bir devrimci olduğunu vurguluyordu Peyami Safa. Tüm bunlara bakınca aslında kafası oldukça karışık bir insan portresi çıkıyor karşımıza. Eski kafalı olduğu söylenebilir ama kendisine bu yakıştırmayı yapacak olanlar için önceden bir cevap hazırlıyor Safa; ‘’Eski başkadır, eskimiş başkadır, nice eskiler vardır ki hiç eskimez.’’
Siyasi, dünyevi ve ilahi fikirlerinde derin çelişkilerin yanı sıra yenilikçi ama zaman zaman da bağnazlığı okşayan söylemleri, tüm bu muhafazakar şaşkınlığının içinde Peyami Safa’nın oldukça fazla içki içtiği, zaman zaman uyuşturucu kullandığı ve kadın düşkünü olduğu, bohem yaşamın içinde olduğu da söylenir.
Çelişkiler, acılar, nefretler ve kayıplarla bezenmiş 62 yıllık bir hayat. Dönemin siyasal ve ahlaki çalkantıları özel hayatında ki zorluklarla girişik bir kurguda oynatılınca bunca hezeyanın, kafa karışıklığının var olmaması mümkün değil.
Peyami Safa’nı zekası, yetenekleri ve her daim kendini geliştirme isteği ona edebiyat ve yazın dünyasının en güzel örneklerini verdirmesinin yanı sıra, zorluklar ve kayıplar içinden gelen bir insanın nasıl da yaşamını kendi elleriyle yokluktan var ettiğinin eşsiz bir resmidir. Tüm bu hikayenin altında kendi yaşamının acıları yatmaktadır aslında, kendi psikolojisini o denli iyi analiz etmiştir ki, yarattıklarını bu malzemeden beslemiştir, Dostoyevski’yle aşık atabilecek psikolojik tahlillere sahiptir Peyami Safa.
Farklı fikirleri tecrübe ettiği gibi romanlarında da çeşitli tekniklere başvurmuş, özgün yaratımlara meyil etmiştir. Detayları büyük bir gerçeklikle düşünmüş, tasvirlerinde zengin bir dil kullanarak inandırıcılık ve gerçekçilik donanımını kendine has bir tarzla sağlamıştır. 19.yüzyılda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapalı zihniyetlerin yıkılmasıyla metafizik ve felsefenin yanında tabiat bilgileriyle manevileşme havasına meyletmiş, mistizme yönelmiştir.
Peyami Safa Türk basınında uzun yıllar fikir yazılarıyla varolmuştur. 1960 yılına kadar başta Milliyet olmak üzere bir çok gazete ve dergi de yazmıştır. Son yazdığı gazete Son Havadis’tir. 1961 yılında Erzurum’da askerlik yapan oğlunun ölümü üzerine büyük sarsıntı geçiren Peyami Safa kendini bu buhrandan kurtaramamış oğlunun ölümünden 3 ay sonra 15 Haziran 1961’ de İstanbul’da ölmüştür.
Onu en iyi ve özetle tanımlayan mısralardan bir kaçı da Necip Fazıl’ a aittir;
‘’Kafası vardı…Kültürü vardı…Cümlesi vardı…Üslubu vardı…Hafakanları vardı…Çilesi vardı…Metafizik arayıcılığı vardı…İmanı vardı…Estetiği vardı…Diyalektiği vardı…Cesareti vardı…Hasılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan bir çok payı vardı...’’
Yalın İnce
13 Ocak 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder