13 Ocak 2008 Pazar

John Fante - Bukowski'nin İlahı

HEYEZAN VE HÜZÜN

İtalyan asıllı Amerikalı yazar, hüzünlü ve ateşli Arturo Bandini’ nin yaratıcısı, Charles Bukowski’ nin tanrısı ilan ettiği, yumuşak, nazik, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen, kolayca ve yürekten yazan ve yaşayan, yalın ve kusursuz…
Başarı ve başarısızlık, günahkarlık ve masumiyet, beyaz yalanlar ve had safhada suçluluk duygusu, ezik iddialılık, sahiplenme, teslimiyet, mizah ve acı, hezeyanlar… Kısacası John Fante…

John Fante, 1909’ da Amerika, Colorado’ da üç çocuklu yoksul bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Nicola Fante, İtalyan bir duvar işçisiydi. Sürekli bir işi yoktu ve kendine dönük bir insandı. Çalışmadığı zamanların çoğunu arkadaşlarıyla kağıt oynayarak ve sohbet ederek geçirirdi. Annesi Mary Capolungo İtalyan kökenli bir Amerikalı ve takıntılı bir dindardı. Fante, üç erkek kardeşin en büyüğü olarak aile içi düzensizlik ve huzursuzluklardan en çok etkilenen çocuk olmuştu. Babasını uzaktan gözlüyor ve onun hayattan ne beklediğini seziyordu. Mutsuz ve ilgisiz bir adamı anlamak… John babasının arkadaşlarıyla şakalaşmaktan, argo dolu sözlerle keyif yapmaktan ve zamanı öylesine doldurmaktan başka derdinin olmadığını görmesi uzun zaman almadı.

Eğitim almak istiyordu ve Colorado Üniversitesi’ ne kayıt yaptırdı ama eğitimini tamamlayamadı ve 20 yaşında okuldan ayrıldı. Babası kendi hayatıyla ilgili onları derinden etkileyecek bir karar almıştı. Ailesini terk ederek başka bir kadının peşinden gidecekti. John babasına çok kızmadı. Hayatta elinde pek bir şey olmayan bir adam için beklenmedik bir tercih değildi. Bu olaydan sonra John Kaliforniya’ ya bir balık fabrikasında çalışmak üzere gitti, kısa bir süre sonra hayatı depresyonlar üzerine kurulu annesini yanına aldırdı ve durumu toparlamaya başladı. Hayatı yeni bir düzene girmişti, boş zamanlarında sürekli okuyan Fante, işçilikten arta kalan zamanlarda sürekli hikayeler yazıyordu.

1932’ de ilk kısa öyküsü The American Mercury’ de yayınlandı. Daha sonra The Atlantic Montly, Esquire, Harper’s Bazaar gibi farklı dergilere de yazdı.

Gençlik yılları aramakla, savrulmakla, yalnızlık acısıyla kavruldu. İnişli-çıkışlı dönemler geçiriyordu, bazen ruhu kitap arasına konup kurutulmuş sarı bir gül gibi soluyor ve kendine güveni tepetaklak oluyor, çekingen yaşıyor, bazense hayatı sorgulamaktan vazgeçip harikulade huzur dolu günler yaşıyordu. Ona göre hayat böyle yaşanmalıydı. Gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna. İşte tam Fante’ ye göre bir karmaşa, Fante’ ye ve Bandini’ ye göre…

Fante ve Bandini, hep ortak bir kederin tozlu, soğuk yollarında yalnız başlarına yürüyorlar, uzaktan selamlaşıyorlar ama yollarının birleşmediğinin farkındalar. Sonsuz bir arayışın peşinden böylesine kimsesiz sürüklenirken her daim sahip olmayı düşledikleri inanç umduklarından daha uzakta kalıyor. Köhne, kullanılmış, işe yaramaz…


Hayatın gerçek yükünü birbirlerine yükleyerek yol almaya çalışıyorlar. Acı çekiyorlar elbet ama bu onları ilerletmiyor. Geriye çekiliyorlar, kaçak dövüşüyorlar. Ama kimse inkar edemez ki ümit ediyorlar, güçlenmek, başarmak istiyorlar. Tutku bahçelerindeki
kokmayan ölü çiçekler şevklerini kırıyor, acı çekmeyi biliyorlar ama ona karşı koymayı değil. Karanlık ve tozlu koridorların sonuna doğru ilerliyorlar, karanlık ışığı yakıyor.

Elinde boş bir bardak tutan susamış bir adam kadar yalnızlar ve bir damla ölümsüzlük için tutku ve istekle eritiyorlar zamanı.
Çelik bir İngiliz çakısının açılırken çıkardığı metalik ses kadar keskin ve etkili akıyor kelimeler kaleminizin ucundan, beyaz kağıt siyah mürekkebe bir kadının şehvetli ve işbilir öpücüklere boğulması gibi boğuluyor. Ve oracıkta tüm duygular, vahşi istekler, arzular fışkırıyor kaleminizden bembeyaz kendini size bırakmış kağıda.. ve mükemmel bir son sözle tamamlıyorsunuz bu yüce ve eşsiz sevişmeyi. Kalem bir kenarda, kağıt yorgun ve huzurlu. İki damla mürekkep akıyor kağıdın altına, kalemin ucundan, sıcak, ağrısız, içten, öylesine…

Ama bir şeyler oluyor, bir şeyler ters gidiyor. Bu efsunlu anlar dağılmaya başlıyor. Birden bire ayılıyorsunuz, adeta bir kadından tokat yemişçesine, o kadar birbirinizin yansımasısınız ki ve o kadar derinlerde ki duygularınız, hayattan çok daha hızlı, çok daha yoğun, çok daha tutkulu. Ama ayılınca, gerçek dünyaya dönünce, gördüğünüz rüya size zindan oluyor. O kadar korkak, içten ve duygulusunuz ki…
Ama gerçek bir romantik gerçek cesaret sahibi olmalı, ancak o zaman hayat pes edecek ve duygusallaşacak. Sizse her şeyi içinizde yaşayıp bitiriyorsunuz, geriye kalan akıcı yazılar, öfke, tutku, hüzün, acı, mizah ve nefret… Aslında hiç de fena değil…
İşte mizah ve acının hakimi, John Fante… Her satırı çok ince bir buz tabakası gibi, üzerinde kayabilmeyi başarmak neredeyse imkansız. Mutlaka bir yerinden buz kırılır ve dibe çekilirsiniz… Değil mi Bay Arturo Bandini? Siz gayet iyi bilirsiniz. Ne balık ne de kuşsunuz ve yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük iş sizin için.

Günlük hayatı, yaşama dair vakit çalan tüm zırvaları, debriyaj pedalının sallanışını, açlıktan guruldayan mideleri, kahve fincanlarında kurumuş kahve lekelerini, dar gelen pantolonları, pencere pervazında söndürülmüş izmaritleri, portakal kabuklarını, isi, tozu, güneşi örseleyen pis dumanı, hayatın en çok gözümüze soktuğu ama göremediğimiz, görülmeyi de hak etmeyen zavallı vasıfsız gerçeklerini bir deste iskambili özenle yeşil bir masaya açar gibi önümüze serdiniz Bay Bandini.

Fante uzaktan Bandini’ ye seslendi; ‘’ Sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada, ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz.’’

Fante, Bandini’ yi var ediyordu, Bandini’ de Fante’ yi. Bu yaratışlardan şiddetle etkilenen Charles Bukowski, John Fante’ nin sıkı bir hayranı olmuştu. Onu tanrısı ilan ediyor, yere göğe sığdıramıyordu. Tanışmaya cüret bile etmemişti çünkü tanrılar rahatsız edilmemeliydi. Bukowski’ ye göre herkes sözcük oyunlarının peşindeydi, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylememek mükemmel olarak değerlendiriliyordu. Ama belki edebiyat yalanın ya da düzmecenin içindeki hakikat ya da estetikti, Bukowski böyle düşünmüyordu en azından. Ona göre yazılar beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı, öğretiliyor, özümseniyor, okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya kültürü ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyordu. Ve Fante’ yi keşfetti, yüce tanrısını… Fante’ nin cümleleri sayfada yuvarlanıyordu, kayıyordu. Bukowski her cümlenin kendine özgü enerjiye sahip olduğunu ve cümlelerin özünün sayfaya bir biçim verdiğini söylüyordu. Cümleler sayfaya oyulmuşlardı sanki. Bukowski duygusallıktan korkmayan birini bulmuştu sonunda. Fante’ yi en güzel ifade eden cümlelerin birini kuruyordu; ‘’ Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti.’’
Bukowski, Fante’ yi, 1939’ da yayınlanan Toza Sor ile tanımıştı. Arturo Bandini’ nin Camilia’ ya olan aşkının hikayesiyle…
Bu kitaptan sonra John Fante Hollywood’ a doğru kaymaya başladı. Ünlü yönetmenler Orson Welles, Francis Ford Coppola ile ahbap oldu. 1952’ de Hayat Dolu adlı kitabı yayınlandı ve aynı kitap senaryosuyla Oskar’ a aday oldu.
Fante bir çok filmin senaryosuna imza attı. Bunlardan ikisi Something For A Lonely Man ve Walk On The Wild Side idi. Daha sonra 1989’ da yönetmen Dominique Deruddere ‘’ Bahara Dek Bekle, Bandini ’’ yi filme çekti. Son olarak 2006 Mart ayında yönetmenliğini Robert Towne’ nin üstlendiği başrollerinde Colin Farrell ve Salma Hayek’ in oynadığı ‘’Toza Sor’’ filme çekildi.

John Fante 1955’ te şeker hastası olduğunu öğrendi. Sağlığı giderek bozuldu. Daha önce yazdığı birkaç satır gerçekten trajikti; ‘’…uyandığımda gözlerimi açmaya korktum, kör mü olmuştum? Kariyerimin henüz başındayken körlükle mi karşı karşıya kalacaktım? Bütün organlarımı alabilirsiniz baylar, gözlerimi ve sağ elimi bırakın yeter ki…’’

Hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez, samimi olsalar bile. Fante’ ye de vermeyecekti. Sadece gözlerini almakla yetinmedi, iki bacağını da aldı. Acı, ruhtan sızıp bedene yayılıyordu. İki gözü ve iki bacağı olmayan bir adam… Ne yapacaktı?
Elbette son numarasını çekecekti çünkü o ‘’Minik Köpek Güldü’’ nün büyük yazarı Arturo Bandini’ ydi. Son romanını karısına söyledi ve o da yazdı. Bu düpedüz hayata meydan okumaktı, tam bir Bandini işi…
Ertesi yıl 8 Mayıs 1983’ te dünyadan ayrıldı, yeni gözlerle farklı bir yaşamdaydı artık…

Yalın İnce


‘’Toza Sor’’ dan bir alıntı…
‘’ Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver.
Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…’’

Hiç yorum yok: