SERT ERKEKLER DANS ETMEZ
Sert erkekler dans etmez, mecbur kaldıklarında bile ve kimse onları bir şeyi yapmaya mecbur bırakamaz. Savaşa kendi isteğimle gitmiştim, yine kendi isteğimle edebiyat yerine uzay mühendisliği okudum. Hepsini ben seçtim, zorlamalara gelemem.
Utangaçlığın yanından bile geçmem, girişkenim, risk almaya bayılırım, sözümü asla esirgemem, fevrilikle suçlarlar beni, inkar edemem sert ve maço biriyim. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben seçiyorum.
Hata yapmaktan korkmam, cesur ve zeki bir adamın kısık sesli eleştirilere kulak asmaması gerektiğine inanırım. Bir tepki, eleştiri alev topu gibi olmalı, yumruk ya yıkmalı yada hiç olmamalı, çakmak cebini doldurmayacak yergilere pey vermem.
Bildiklerini ve inandıklarını bağıra çağıra haykırmalı insan, dışlanmaktan ve hor görülmekten çekinmemeli, benim gibi fırça atabilmeli bazen, bir ağız dolusu lafı bir çırpıda ama çokça düşünerek kılıç gibi savurmalı.
Savaşmayı da sevişmeyi de severdim. 1943’te Filipinler’de Amerikan Ordusunda görev yapıyordum. Savaşın ne onulmaz yaralar açabildiğini bizzat gördüm. Sıcak çarpışmalara çok katıldığımı söyleyemem, aşçılık yapıyordum genelde, ara sıra da silah tutuyordu elim. Öldürmeye yakındım ama bunu yapmadım. 20 yaşımdaydım, kanın kokusunu, ölüm korkusunu ve öldürme güdüsünü hiç tanımıyordum. Bir ateşle savaşa gidivermiştik. Savaşın insanoğlunun en utanılası icadı olduğu çıplak ve ölü bedenleri seyrederken anladım. Artık sadece sevişmeyi seviyorum.
Savaş sonrası bir kitap yazdım. 25 yaşındaydım. 13 askerin ölüm kalım öyküsünü anlattım. Tam 748 sayfa. Kitabı okumak yazmaktan daha zorluydu nerdeyse.
Tam bir savaş. Adı Çıplak ve Ölü’ydü, gördüğüm tüm sefil olmuş bedenler gibi…
Ve şöhret, bir anda geldi, hiç beklemezken, birden bire, insanlar bu ansiklopedi kalınlığındaki kitabı okumaktan korkmamışlardı. Çok okundu, çok sattı, savaş üzerine yazılmış romanlar arasında en iyilerden biri olarak gösterildi. Öyleydi tabi, elbette öyleydi çünkü ben yazmıştım, Norman Mailer yazmıştı. Kendimi sadece dönemimin yazarlarıyla kıyaslamam, bana yetmez, benim rakibim Dostoyevski ve Tolstoy’dur.
Zaten bana göre edebiyat rekabet dolu bir spor, ama ben bunu kabul edebilen tek kişiyim, iyi bir romanı her zaman bir yarışmacı ruhuyla okurum. Ben anlatsaydım nasıl daha iyi yazabilirdim diye düşünürüm ve bazen romanlarda beğendiğim bölümleri konuyu hiç değiştirmeden kendi cümlelerimle yazarım, sadece pratik için ve sonuç genelde daha iyi olur.
Beni kibirli olmakla itham edeceksiniz değil mi… Ama benim kibrim ortalama bir Amerikalının kendi ülkesiyle ilgili kibriyle karşılaştırıldığında hiçbir şey. Amerika’da erkekliğimizi her altı dakikada bir doğrulamamız gerekiyor. Ne kadar büyük bir ulus olduğumuzdan emin miyiz diye sürekli kendimizi kontrol halindeyiz çünkü bir parçamız bunun doğru olduğuna inanmıyor. İşimiz gücümüz kendimizi övmek ve yüceltmek. İş, adam akıllı eleştiriye, yanlışların açığa çıkarılmasına geldiğinde o gözü pek kibirli insanların sesleri balon ağzı gibi viyaklayarak büzülüyor. Hani nerde sizin kibriniz ve cesaretiniz…
Bana göre iki tip cesur adam vardır; biri doğuşunun, doğasının gereği cesur olan, diğeri ise umudunu hiç yitirmeyen, ben ikisi birdenim. Ve cesaret özgürlük aşkıyla beslenir, özgürlük ise hiçbir zaman idmansız bırakılmaya gelmez. Önce kendine vatansever diyenler kızacak sonrada feministler ama konuşma, ifade özgürlüğü penise benzer kullanmadıkça küçülür. Bu ülkede yaşayanların bir çoğu artık ya iktidarsız yada sözde ahlak bekçisi. Ama gerçek cesareti aramaya kalkma, pek bulamazsın…
İş yazmaya gelince iddialıyımdır. Hemen hemen her konuda yazabilirim. Yazı adına farklı alanlara hakimimdir. Mesela kendimi roman yazacak havada hissetmediğimde gazetecilik alanında çalışırım. Hem de o bildiğiniz yorumsuz gazeteciler gibi değil, fikrimi ve saffımı ifade ederim. Objektif bir haber ileticiliği değildir benim gazetecilikten anladığım. Haksız gördüğümü sonuna kadar eleştiririm ve doğru bildiğimin tarafında dururum. Gazetecilikten sıkılınca da romana atlarım tekrar. Bazen ikisini bir arada yaptığım da olur. Ama yinede itiraf etmem gerekirse romanlar esas ihtiraslarımdır. Bir roman yazdığınızda, yaşamda sanatsal bir manifesto peşindesiniz demektir. Hayat böyle deyip, geçebilirsiniz, Ama konu, romanın en büyük düşmanıdır. Çözümü olmayan konular çok ilgimi çeker çünkü hayat tam da böyledir.
Savaş üzerine yazdım, Tanrı üzerine de, hatta Hitler’i bile anlattım. Tanrıya inancım sonsuzdur ama dinleri kale almam. Her türlü şeyi yazabilirim. Hz. İsa’nın öyküsünü de anlattım. Şimdiye kadar en berbat anlatılan hikayelerden biridir İsa’nın hikayesi. En iyisini ancak ben yazabilirdim ve işe koyuldum. İş bitince de dediğim gibi yanılmamıştım, en iyisini ben yazdım. Kızmayın, kibir değil, özgüven…
Bir yanım vardır ki hep insanların, hayatın içinde olmak ister Whitman gibi, onlardan biri olmak, aralarına karışmak farklılık yaratmadan, diğer yanım ise her şeyden ve herkesten uzaklaşmak ister, Salinger gibi, tek ve hür olmak, sadece yazmak ister. Yıllar geçtikçe olayların gelişimine göre hangi yanımın sesini dinleyeceğimi, hangisine ne zaman eğileceğimi öğrendim.
İflah olmaz bir serseriyim, bu doğru. Ama fütursuzca serserilik yapılmasına kızarım. Her şey kendi koyduğum kuralların etrafında döner. Tartışmaya, kavgaya, gerilim yaratmaya bayılırım. Sonuca yönelik olduklarında insanların vahşi yüzünü gösterir ve doğruları ortaya çıkarır. Bir edebiyat partisinde Truman Capote’yi dövmeye kalkıştığımı söylerler hep, öylesine hırçın ve huysuzmuşum. Alakası yok, sadece zinde olup olmadığını bir yoklayayım dedim. Başka bir partide de karılarımdan birini bıçaklamıştım, istemeden oldu. Damarıma bastı, bende pek düşünmedim, önce eylem vardı sonrada sonuçları.
Sıkı içerim ve fena halde yazarım. Politikayla da çok yakından ilgilenmişimdir. New York Belediye Başkanlığına adaylığımı koymuştum. Ama seçim yarışını kazanamadım. Sonra da anladım ki, iyi, büyük bir roman yazmak ne kadar güçse, toplumu değiştirmek bin kat daha güç. Bu yüzden artık politika beni bir zamanlar olduğu kadar ilgilendirmiyor. Ateşimi, heyecanımı, ihtiraslarımı romana vermeye karar verdim.
Bir katilin hikayesini demir parmaklıklar ardından bizzat kendi ağzından öğrenerek anlattım. Romanlar yazdım, gazetecilik yaptım, oyunlar yazdım ve sahneledim, Hollywood’da senaryolar yazdım, film bile çektim. Kendimi ifade edebileceğim ve içinde yazı olan her işe bulaştım. Derdi olan ve bunu cesaretle, samimiyetle haykıran herkese destek veririm. Adına fetva çıkarılan Salman Rushdie’yi desteklemek için kurulan derneğe tam destek verdim.
Romanlarım içerdiği cinsellik sebebiyle defalarca reddedildi. Amerikan toplumunda şiddetin, histerinin, seksin ve suçun ne hale geldiğini açık ve sertçe yazarım, ister reddetsinler, ister yasaklasınlar, nasıl olsa onları yayınlatmanın bir yolunu bulurum. Öyle yada böyle kocaman bir buzulun ortasında buzları kıra döke ilerleyen, parçalayan bir gemiyim. Çizikler canımı yakmaz, devam etmesini bilirim.
Verilen unvanlara yada ödüllere genelde pek kulak asmam ama iki kere Pulitzer Ödülünü almam da bir rastlantı değil elbette. Bir keresinde de yazdığım bir roman hakkında Ernest Hemingway’a görüşlerini bildirmesini istediğim bir mektup yazmıştım. Kendimi öylesine kaybetmişim ki bariz meydan okumuşum. Asıl isteğimin fikirleri değil yeni bir roman yazdığımdan haberdar olmasıydı galiba. Gümbür gümbür geldiğimi herkesin duymasını istiyordum.
Kadınlar bana fena halde kızıyor, bense gülüp geçiyorum. Hayatım onları sevmekle geçti. Ama lafımı da asla esirgemedim.
Günlük yaşamda daha az agresifim ama tamamen kaybolacağını sanmıyorum.Altı kez evlendim. Kayıtlı sekiz çocuğum var. Kadınlarla uzun maceramda hiç mola vermedim. Hiç onlarsız kalmadım ve böylece hiçbir zaman huzur bulamadım.
Bir ömür boyu bolca kadınla takılmak iyi hoşta, paranı yazarlıktan kazanıyorsan eğer baya bir yazman gerekiyor…
YALIN İNCE
13 Ocak 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder