13 Ocak 2008 Pazar

Frederic Beigbeder - Fransız Züppe

ZÜPPE

Adı Frederic Beigbeder, bazen kendine Marc dediği de oluyor. Zaman zaman başka isimlerde kullanıyor. Gereksiz lüks toplumunun ürünü, iflah olmaz bir zevk düşkünü, bir hedonist.
Hararetli, tutkulu ve sivri dilli, modern hayatın tam ortasında yaşıyor.
21 Eylül 1965’te, ağaçların yapraklarını dökmeye, günlerin kısalmaya başladığı bir sonbahar günü Paris’te dünyaya geldi.
Karamsar yapısının nedenini bu günlere bağladığı oluyor.
Hali vakti yerinde bir ailenin içinden bir Fransız züppe yetişiyor. Bunu ben söylemiyorum, kendisini böyle anlatmaktan hoşlanıyor.
Siyasal bilimler okumaya karar veriyor ama eğitimin sonunda kendini reklam sektörünün içinde sloganlar ve hayal kapanları tasarlayan bir yazar olarak buluyor
Kafası bir hayli karışık, eskilerde başarılı bir reklamcıydı. İnsanlara hayal satanlardan, yalan cilalayanlardan, beklenti avcılarından ve umutsuzluğu parayla kovmaya çalışanlardan. Hayatının bir dönemini gazetelerde ve reklam ajanslarında kelimeleri arka arkaya dizerek kazanıyordu masumca söylersek.
Adını artık Paris’te partilerin yapılmadığı bir dönemde gece klüplerinde partiler düzenleyerek duyurdu. Ne yaparsa yapsın bir türlü kurtulamadığı depresyon illetine –modern zamanların olmazsa olmazı- düşmeye vakit bırakmamak için hayatını bir partiden ötekine, bir meslekten diğer bir başkasına koşmakla geçiriyordu.
İnsan acil durumlarda kullanmak üzere içinde birden fazla ‘’ben’’ bulundurmalı, kendinizden sıkılırsanız, bir diğer ‘’siz’’e geçebilirsiniz.

İnsanın genç olmak için çok yaşlı, yaşlı olmak için çok genç olduğu o kırma yaşa, 30 yaşına geldiğinde istediği tek şeyin aşktan kaçmak olduğunu anladı o zaman dek aşkı aradığını sandı.
Beigbeder tüketim toplumunu ve içinde uzun zaman çalıştığı reklam sektörünü yerden yere vuran, dönen dolapları ifşa ettiği ‘’99 FF’’ adlı romanı 2000 yılında yayınlandı. Bu kitap öncelikle Beigbeder’i işinden etti. Anlatılanlardan rahatsız olan reklam şirketi böyle bir karar aldı. Belki de bu tam olarak Beigbeder’in beklediği, çok öncelerde göze aldığı ve üstüne istediği bir şeydi. Böylece kendini tamamen edebiyata verdi. Tam zamanlı bir yazar olarak çalışmaya başladı. Dergilerde ve televizyon programlarında da edebiyat eleştirmenliği yapmaya başladı.

Yazdıkları genel olarak modern zamanlardaki ilişkileri özellikle kadın-erkek ilişkilerini kapsıyordu. Aşk, her daim kaleminden düşürmediği uzun soluklu bir eğlence olmuştu onun için. Duruma popüler bir duruş sergilemesine rağmen rahatsız ediciliğini koruyordu.
Beigbeder’in cazibesinin kaynağı çekici olup olmadığını bilmemesi, edebiyatın ne olduğu ile ilgili kafasının çok karışık olması, eskiyle yeninin, klasik ile modernin arasında kalite kıyaslamalarından samimi sonuçlar çıkaramaması, yazdıklarının tamamen çöp ya da bir eser olduğuna karar verememesi, belki de tüm bunları düşünüp durduktan sonra son sözü söylemesi için mikrofonu hayata uzatmasından kaynaklanıyordu.
Çünkü düşünmek insanı üzüyordu; son sözü söylemesi gereken hayattı. Beigbeder ise bunu çoktan görmüştü. Edebi olmaktan öte gerçekçi olmaya çalışıyor, estetiği ve etkileyiciliği elden bırakmıyor, öğüt ya da ders veren bir yapıdan uzak duruyor, burnu büyüklük yapmıyor tersine sürekli kendini yeriyordu.


Acemi bir çapkın, başarısız bir aşıktı Beigbeder.
Yakın olmak istediklerine uzak, uzak olmak istediklerininse yanı başındaydı.
Modern yaşamın tam ortasına sıkışmıştı.
Beigbeder’in nevrozları onu ölü gibi hissettiriyordu zaman zaman. Bazı sabahlar dayanılmaz bir uyuma isteğiyle uyanıyor, kış ya da yaz fark etmeksizin, siyahlar giyinip havaya aldırış etmeden deri ceketini çekiyordu sırtına. Kendi yasını tuttuğuna inanıyordu, hiç olamadığı, öldürdüğü insanın yasını.
Kendisinden nefret edebilmek için kadınları kullanıyordu, kendisinden intikam alabilmek, büyük bir cezaya çarptırabilmek için.. Bir türlü hep olmak istediği kişi olamıyordu ve buna tek sebep kendisiydi. Kadınları kullanıp kendine derin kalp ağrıları çektiriyordu. Acı çekmekten ve çektirmekten anladığı buydu.

Beigbeder, insanın sahip olduğu şeyleri arzulayamayacağını düşünüyordu, doğayı ve yaşamı algılayışı belli bir mesafenin varlığına ve bu mesafenin zorunluluğu gereğine dayanıyordu. Bu yüzden hızlı yaşama karşıydı temelde ama düşüncelerine paralel yaşayamıyor, içinde sarsıntılar oluşmasını engelleyemiyordu. Kalemiyle dingin bir nehrin kıyısında saflıkla varolan yaşamlara değer verse de içindeki züppe şehir çocuğu bir türlü rahat duramıyordu.
İlişkilerin ve yaşamın bir kadeh votkadan daha hızlı tüketildiği parlak bar tezgahlarında alıyordu soluğu.
Yeniliklere karşı koymaktaki o çocuksu beceriksizliği, onu geleceğin sakladığı gizlerin inanılmaz cazibesine sürüklüyordu.
Henüz bilmediği şeyler bildiklerinden daha fazla tahrik ediyor insanı. Sonuçtan çok ona giden yol heyecanlandırıyor ve sıklıkla insan tutkularının esiri olmaktan alı koyamıyor kendini. Mutsuzluk yazarın kaderi ama bu mutsuzluktan daha güçlü ve büyük bir tutku ise yazarın seçimi oluyor.

Mutsuzluk ve tutkunun bir arada yaşaması Beigbeder’i derin bir huzursuzluğa itiyordu.
Hayatın ellerinden akıp gittiğini hissetmek ve bunu tersine çevirmek için bir şeyler yapma dürtüsü onu gece yaşamına sürüklemişti.Hızı kontrol altına almak istiyordu. Hayatının gece saat sekizde durmasına katlanamıyor, daha az uyuyup zamandan çalmak istiyordu. Sonunda ayakta duramayacak kadar yorgun ve uyuyamayacak kadar içkiye boğuluyordu.
Yaşamına anlam veren ve bunları teker teker parçalayan her şeyden, öncelikle de kendisinden intikam almak için yazıyordu. Aslında bir anlamda şikayet ediyordu, yazarak şikayet ediyordu. En sıkı yazdığı zamanların en mutsuz olduğu zamanlar olduğunu söylüyordu. Bir yazara bahşedilen mutlu bir yaşam değildi nihayetinde, hayatından en estetik biçimde şikayet edebilme yetisiydi.

Modern zamanlarda herkes daha da farklılaşmış gibi görünüyor, her yerden çeşitlilik ve değişim fışkırıyor. Ama insanın herkesle aynı soru işaretlerini paylaştığını fark etmesi zamanı da, modernliği de baştan aşağı sarsıyor. Tam burada devreye giriyor Beigbeder, aşkı ve sevgiyi sorguluyor, duyguların birbirlerine dönüşmelerinin verdiği acıları anlatıyor. Başarısızlıklarını ve hayal kırıklarını harmanlayıp önümüze sürüyor.
Konfüçyus’un kemiklerinin sızladığı günlerde yaşıyoruz; ‘’karşılıktan çok çabaya önem vermeye aşk diyordu, şimdi her şey bir değiş-tokuş, sıkı pazarlıklı bir alışveriş ve daha kötüsü bir sahip olma savaşı.
Modern insan çok iyi dekore edilmiş ve son teknoloji konforunda tasarlanmış yalnızlık çukurunda daha sivri daha hesapçı daha bilgili ve daha da daha da yalnız…

Yalın İnce

Hiç yorum yok: