13 Ocak 2008 Pazar

Juan Rulfo - Karanlık Ruhun Efendisi

KARANLIK RUHUN EFENDİSİ

1870’ler, yer Meksika, sosyal ve toplumsal çalkantılar gittikçe çığırından çıkmakta, halk feodal düzenden kentsel yapıya ister istemez sürükleniyor.
Ülkenin başında Porfirio Diaz, bir diktatör, halk şeytani bir mülk şehvetiyle eziliyor, anayollar; ahlak, adalet ve güven tahrip edilmiş, ıssız ve sessiz sapa yollardan daha tekinsiz. Yan yollar revaçta ve güçleniyor yönetimin kentli dalkavukları, gayri meşru servet avcıları. Köylü hakir, fakir ve baskı altında feryat ediyor, can çekişiyor gün be gün. Acılar ve isyan tek dil haline dönüşüyor en alt tabakada, bu bir hareketin duygusal öncüllerine işaret, bir hareket, bir değişim yeşeriyor önce yanan kalpleri zapt edemeyen göğüslerinde halkın. Ve yolu kayıp birleşmek, bir olmak yolu açılıyor önlerinde Pancho Villa ve Emiliano Zapata önderliğinde. İç savaş denir buna, kimi zaman bölüp yutmaya yarar dış efendiler tarafından, kimi zamanda hesaplaşma, temizlik ve nihayetinde yenilik ve özgürlük anlamını taşır en insafsızından.
1910-1920 arası bu mücadele devam eder, ölene ve öldürülene bakmanın alemi yoktur artık, mücadelenin yüzü halka dönüktür, kanla kirlenen yüzler, ay ışığında yıkanır ve Diaz devrilir bu kavga sonucunda.

Ama bir kere çamur karışan su bir ömür bulanmaya mahkumdur artık, bir ele kan değince o el eskisi kadar masum değildir.

6 yıl sürer bu ihtilalin dinginliği, 1926-1929 arası Cristero isyanı patlak verir, köylüler yine ayaklanır ve fakat tarihin şaşmaz yelkovanının 1930’lu yılları işaret etmesiyle ekonominin keskin ve zehirli neşteri dünyaya yıllar yılı onulmayacak bir kesik atar ve dünya yaratılan ekonomik krizin içinde kavrulmaya başlar, Meksika köylüsü ise bu ateşin en hırçın ucuyla tutuşur, ne iş kalır yapılacak ne de beslenecek verimli toprak, ekin de yoktur mahsul de. Şimdi zaman gitmek zamanıdır, göçtür bunun adı, zorunlu gitmelere sürgün denir, bir ton yumuşatır Meksika’nın köylüsü bu sürgünü ve göç eder. Şehirler yeni acıların şıkırtılı parlak kapısı, her yeni kapı gibi, bir şeyler vaat eder, kapalı her kapı gibi. Köyler küf kokulu, unutulmayı ve atılmayı hak eden paslı oyuncaklar gibi geçmişin tozlu sayfalarında yanık bir fotoğraf kadar canlı kalır.

Ağustos’un ölümcül sıcağının, tozları seyahat ettiren keskin rüzgarla işbirliği yaptığı o günlerde çürük kokular yayılıyordu etrafa, terk edenlerin terk edemeyen ruhları kokuyordu, boş sokaklarda ölemeyen yarım bırakılmış ruhlar volta atıyor, bu zindandan kurtulacakları yağmurlu günü bekliyorlardı. Bu ruhlardan biri de ihtilal öncesinin güçlü toprak ağalarından biriydi. Bir sürü oğlu vardı, torunları ve bolca toprağı, gayri meşru yollardan kazandığı servetiyle övünüyor ve yönetimin kıyısından ayrılmıyordu. Ama yönetimler en kalleş arkadaştan daha kalleştiler, ilk satacakları en çok gülümsedikleriydi. Kırık aynada deli kahkahaları atan bir cani kadar korkunç olabilirlerdi, güvenip elini uzattığında bedenini ikiye bölebilirlerdi. Bu toprak ağasının 3 oğlu adaletsiz ve acımasız hesaplaşmalar içinde katledildi. 9 yaşında ki bir erkek çocuğu tüm ailesinin ve servetlerinin yıkılışını çıplak gözlerle seyrediyor, boğazına duran taşların ağırlığından ağlayamıyordu bile, vahşetin yırtıcı çığlıkları kulaklarını sağır etmiş, babasının ve iki amcasının öldürülmesini şahit olmuştu, bir daha o gözler asla ama asla eskisi gibi bakamayacaktı hayata. Hiçbir şey kırlarda, ince bir meltem eşliğinde koşmak kadar masum ve acısız olamayacaktı. Masumiyet bir isimdi sadece ve ölüm tek gerçekti artık.




Juan Rulfo 9 yaşında birden bire olgunlaşmak zorunda kalan çocuklardan biriydi, çocukluğun ılık rüzgarlar ve sıcak kahkahaları 9 yaşındayken terk etti onu, ertesi yıl da annesi kalp krizinden ölünce, o ana kadar en çok işittiği kelimenin ölüm olduğunu anlayacaktı Rulfo ve bir çocuk ruhu daha ölmek zorunda kalacaktı.

Rulfo’nun çocukluğu politik restleşmelerin sosyal dengesizlikler çukurları kazdığı,iç çatışmaların kanla kaydedildiği ahlaki değerlerin seyrekleştiği, onurun zımparalandığı acı ve ölüm dolu yıkım ve isyan yıllarında geçti. Tüm bunlara rağmen Juan reşit olur olmaz milli askeri akademisine girdi, belki her şeyden bilinçli bir kaçış yada tam tersi ateşin ve savaşın tam merkezinde olabilmek için yapılan bilinçli bir tercihti. Hangisi olursa olsun askeriyeye ancak 3 ay dayanabildi.
Tanrının hayatta kalmasına izin verdiği, devlet için çalışan üçüncü amcası, Juan Rulfo’ya Mexico City’de mülteci departmanında küçük bir iş buldu. Henüz 18 yaşında olan Juan bu iş sayesinde Meksika’nın dört bir yanını dolaştı. Siyasi ve askeri çatışmalarda kaybedeninin ne devletler ne de ordular olduğunu, tüm onulmaz yıkımlarla halkların kaybettiğini çıplak gözlerle ve en yakından görebilecekti böylece. Juan Rulfo, ölümle kol kola yürümek zorunda olanlardandı.
Tükenişlerin küflü kokularını hazin çığlıklarıyla yaran hayalet kargaları seyrederken, sessizlikten başka her sesin zihninin en ücra köşelerinde yankılandığı, gözlerinin karanlığa alıştığını anlıyordu, ince ışık çizgilerinin nahif yardımlarıyla evrenin dört bir yanının ölü ruhların gölgeleriyle kaplı olduğu hissediyor, ölümü hayatın son noktası olmaktan alıkoyup ve onu neredeyse bir başlangıç formuna hapsediyordu, imgeler dünyasında gezinen karanlık bir ruha efendilik etmeye çalışan bir ölümlüydü, yaşamında sadece 2 kitap yazarak kendisinden sonra Meksika topraklarında kasvet ve fırtınayı mürekkeple resmetmeye çalışan onca yazarı derinden etkileyen bir ölümsüzdü Juan Rulfo.

26 yaşındayken birkaç arkadaşıyla birlikte Pan adında bir sanat ve edebiyat dergisi çıkarmaya başlamıştı. Aradan 11 yıl geçmiş, bu dergide yayımlanan kısa hikayelerini yayımlanmış 2 kitabından biri olan Kızıl Ova’da bir araya getirmişti.
Kızgın Ova 17 öyküden oluşuyordu. Kırsal bölgelerdeki durağan ama bir o kadar da şiddetle bezenen çile hayatları, sosyal vurgunların ahlaki dönüştürmelerini, bu bölgelerde yaşayan insanların yokluklarını, umutlarını, acılarını, iç hesaplarını ve küçücük bir sevinç için göze aldıklarını anlatıyordu Rulfo. Bolca acı, vazgeçmişlik, tereddütler, isyanlar, aldatmalar, cinayetler, gayri meşru ilişkiler, kazançlar ve kayıplar… Hepsinin içinde hiçbir zaman eksik olmayan ölüm kokusu…Talpa’da ki Natalia ve Tanilo’nun dramı, aşk, şehvet, bağlılık ve umut. İç içe geçmiş onca karışık ve tehlikeli duygu çaresizlik kapanı içinde zamanı anlamsızlaştırıyor adeta.
Zaman eğilip bükülüyordu, cehennem sıcağından yapılmış çemberin yörüngesinden kaçamıyordu kimse, Rulfo kaçamayanların çığlık çığlığa ruhlarını bir su damlasının belirsiz yansımasında boğuyor, ölümü karanlıktan alıp başucuna koyuyordu.

Ilk ve son romanını kimselere göstermeyen, tamamlamayı tercih etmeyen veya tamamlayamayan bir yazardı Rulfo. Ölüm ve doğum gibi ilk ve son romanında yapayalnızdı.1953’de yayınlanan ilk kitabı Kızgın Ova’dan tam 13 yıl önce yayımlamadığı ve kimseye göstermediği ilk romanına başlamıştı Rulfo ama son romanı gibi onu da kimselere göstermeden yok etti.
Latin Amerika ve Meksika edebiyatına yeni bir boyut getiren yayınlanan ve bilinen ilk romanı Pedro Paramo bir yerel önderin fiziksel ve ahlaki çözülüşünü işledi.

Dönem yine Meksika devrimi ve Cristero ayaklanması dönemindeydi. Yıllarca babasını bilmemiş tanımamış Juan yıllar sonra ölüm döşeğindeki annesine verdiği sözü tutmak adına babasını bulmak için onun kasabasına döner ancak buldukları umduklarından tamamen farklıdır.

Juan Rulfo yıllarca bilinçaltında gizlediği, yaşamına ve hayal gücüne yön veren tüm acılarını sayfaları gelişigüzel mürekkebe bulamadan fışkırtmış beyaz kağıtlara. Hayatına, çocukluğuna mal olan, kararan ruhuna sebep ne kadar anısı varsa gerçekle düş arasında anlatmış. Pedro Paramo kaybettiklerinden toparlayabildiği bir bilinçaltı yolculuğu gibi. Kısa, karmaşık, kare kare, düzensiz ve düş gibi.
Yoğun ama karmaşık bir rüyayı tasvir etmeye çalışan bir büyücünün anlatısı gibi Pedro Paramo, ölümle yaşam, gerçekle düş iç içe belli belirsiz sınırlarla kenetlenmiş. Rulfo’nun bünyesinde kan yerine acı dolaşıyor, solgun yüzü batan güneşin kan kırmızı ışığında kararıyordu, hükmettiği yalnızlığının dört nala koştuğunu kimseler görmüyordu.

Juan Rulfo’nın yazdıklarına bakınca az ama öz kavramının gerçek karşılığı rahatlıkla bulunuyor. Az ama öz, yeni ve cesur yazım teknikleriyle Latin Amerika ve Meksikla edebiyatına yeni bir stil kazandırıyordu. Fuentes ve Marquez Rulfo’dan etkilendiklerini ve özellikle Pedro Paramao’yu şaheser olarak kabul ettiklerini açıklıkla ifade ederler.
Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyük yokluklar içinde yazarken bir gece bir arkadaşı evine gelir ve ona bir kitap verir. Bu kitabı okuduğunda kendisinin sadece yazmaya çalışan biri olduğunu göreceğini de büyük bir ukalalıkla belirtir.
Marquez bu kitabı elinden bıraktığında iki kez ardı ardına okumuştur bile. Hayranlık ve şaşkınlık deniz ve güneş kadar saklanamazdır o an.
İç monolog, bilinç akışı, geriye sıçrama, bakış açısı kaydırma gibi teknikleri ilk defa Rulfo kullanır. Aslında bu teknikler günümüz sinema teknikleriyle de oldukça paralellik gösterir. Amerikan sinemasının özellikle zihin karıştırıcı ve algıyı sürekli değiştirerek yarattığı kargaşa ortamı Rulfo’da vardır. Zamanda sıçramalar, imgesel anlatımlar, mekan tasvirleri ve özellikle de kare kare anlatımlar. Her cümle, bir fotoğraf karesinin içinden fırlamış gibi. Juan Rulfo aynı zamanda bir fotoğrafçı. Ama fotoğraf çeken bir yazar değil, gerçek bir fotoğrafçı. Anlatımı fotoğrafçılığı ile bezenen bir hikayeci. ‘Juan Rulfo’nun Meksikası’ isimli fotoğraf albümü 1945-1955 yılları arasında çektiği 175 fotoğraftan oluşuyor. Bu fotoğraflara Erika Biletler, Victor Jiménez, Jorge Alberto Lozoya, Margo Glanz, Eduardo Rivera ve Carlos Fuentes gibi yazarların denemeleri de eşlik ediyor. ‘’Fotoğraf çekmek, ölümlülüğü yaşamış olmak demektir.’’ Tam da Juan Rulfo’nun katmerli acılarının ve geçirdiklerinin bir yüzünün kağıda bir yüzünün de vizöre düşmesi gibi.
Sinemayı ikiye parçalayıp bu sanattan lezzet alanların keyiflerini bir üste çıkarıyor Rulfo’nun yazdıkları ve çektikleri. Hiç kavuşamayan klasik, romantik bir çift gibi.
Ayrılık birliktelikten daha keskin ve çekici.
Rulfo ölümle içli dışlıdır. Onunla şakalaşır, onu okşar, onunla yatar, onunla kalkar, ölüm onun oyuncaklarından biridir diğerleri ise zaman ve mekan, onlarla alabildiğine oynar ve oyunlardan notlar alır ve her şeyi gerçekle düş arasında sağladığı sınırları bilinmeyen yerde saklar. Az konuşan çok susan, bir fotoğraf enstantanesinin içinde duran siyah beyaz bir siluet gibi…
Paylaşmaktan uzak durur ve arınmaya çalışır. Yazdıklarına son halini verebilmek için defalarca onlarla baştan çalışır.
1960’larda ikinci romanı La Cordillera’yo yazmaya başlar, heyecanla beklenen bu çalışmayı tamamlayamaz yada tamamlamaz. Hiçbir bölümünü kimseye göstermeden La Cordillera’yı oracıkta öldürür. Bu ölümün içinden gelen Rulfo’nun ikinci cinayetidir.
İlk ve son romanı gün ışığı görmeden yine yaratıcıları Rulfo’nun ellerinde can verirler. Ona yatağını veren kadın; mürekkep ve kağıdın sıcaklığını alarak kaçar. Sigarayı elden düşürmekten kalemi elden düşürmek kadar korkanlar vardır, Juan Rulfo’da onlardan biridir, 68 yaşında ölümüne akciğerleri sebeptir.



YALIN İNCE

Hiç yorum yok: