KALEM VE TEN
Düşmüş kadınlar..
Zevkin kıymetini bilen
Ateş harelerini ucuz saniyelerine serpiştirebilen.
Fosforlu bir balığın depreşen yüreğini göğüsleri arasında patlatıp
sıçrayan kanlardan ağulu kokular demleyen
Yorgun kadınlar
Yakmayı harcamak olarak görüp
Tükettikleri her anı tanrısal bir anaçlıkla bezeyen
Damlayan terlerle bedenini sulayan sonsuz ve soysuz bir ağaç kökü gibi..
Yaralı kadınlar..
Buzdağının kırılan kılıçları kalplerini yırtan, ölümü bir serenat, aşkı ise bir matem senfonisi gibi seslendirenler..
Anne olanlar, yalnız uyuyanlar, gözlerini her gece hasret yağmurlarıyla ıslayanlar
Ulaksız gecelerin bitmek bilmez bekleyişlerini, tenlerinin en mahrem adalarının hayalleriyle geçirdiğim, isimlerinden yolsuz kentler yarattığım, tenha kırık sokaklarında bir parça karşılık bulamamış hüzünleri kovaladığım, boyunlarında, yorgun bileklerinde hayaller kurduğum, saçlarını asi bir atın yelesini kavradığım gibi doladığım, çığlıklarını bir posta kutusunda sahibini bekleyen eskimiş mektuplar gibi okuduğum, göz yaşlarıyla ruhumu sildiğim, ateşleriyle içimdeki çocuğu ısıttığım ve yalnızlıklarıyla yalnızlığımdan kaçtığım ölümcül yaratıklar..
Bedenim algın kaybolmuşluğunuzun parlak bir feneri gibi yandı. Sözlerim hiç duyulmamış, seslendirilememiş sessiz bir filmin anlatıcısı, ağlayamadan doğan bir bebeğin acı dolu haykırışlarıydı. Aldıklarım ve verdiklerimle yürüdüm, kasıklarım ağrılarla dolana dek geceleri günlere bağladığım, yeni yetme bir zeytin ağacını kısrak sopalarıyla dövdüğüm gibi öptüğüm memeler, kokladığım bacaklar, parçalamaktan son anda geçtiğim kalçalar ve en dingin Ege dalgalarıyla, kalender sahillerde yaktığım tutku dolu ateşler..
Bilmeye, anlamaya çalışmadım hiçbir zaman sizleri. Anlaşılamaz ve bilinemez bir gezegenin dünya sürgününe gönderilmiş mahkumlarıydınız.
Sevmeyi de bilemedim belki de.
Hayal kırıklarının hüsran mürekkebine batırıldığı, acıtan ve yakan çizgilerin yüreğinizi dağladığı bir zamandaydık her birimiz..ve hepimiz.
Ben ve kadınlarım…
Sevişmelerimiz içimizde ölen çocukların matem ağıtları gibiydi, ölüm bile bir an sonraki zevk çığlığından daha az korkutucuydu, ve kanadı kırılmış bir martı, mürekkebini salmış bir ahtapottan daha fazla ürküyorduk karanlığın kaybolmasından.
Sevişmek tek dilimiz, zamanı yakmak tek becerimizdi..
Biz böyleydik…
sevişmeler ve kalemler yaratıyordu hayatımızı..
Yalın İnce
27 Ocak 2008 Pazar
13 Ocak 2008 Pazar
Chuck Palahniuk - Sistem
SİSTEM DERİNLEŞİYOR, DAHA DA DERİN DAHA DA KARANLIK…
Tüm insanlığı selamlıyoruz, merhaba… Tüm müşterilerimizi, tüm tüketicileri. Uzun zamandır üstünde çalıştığımız projeler ürünlerini vermeye başladı. Yeni gereksinimler kullanıma hazırdır, tüketiniz. Buna ek olarak şirketimiz kişisel mesih tasarlanması ve temini konusunda yeni hizmetlerine başladı. Pop yıldızı ve film starlığı paket programlarımız yeni versiyonlarıyla kullanıma hazır. Tüketilesi yenilikler için lütfen altıyı tuşlayın. Çalışma saatlerinizde düzen karşıtı fikirleriniz oluyorsa merak etmeyin, yeni zihin bulanıklaştırıcı yamamız işinizi görecektir, lütfen altmışaltıyı tuşlayın. Kişisel aymalarınız ve farkındalıklarınız çevrenizdeki düzenli müşterilerimizi de etkilemeye başladıysa sizi özel omurgasızlaştırma ünitemize yönlendiriyoruz, lütfen altıyüzaltmışaltıyı tuşlayın.
Eskiden herhangi bir reklam yapma ihtiyacı duymazdık. Ürünler kendi kendine tüketilirdi, arz gittikçe artardı. Sistem eskimeye başlıyor. Sorunlar çıkıyor. Eskiden bunlar yoktu, hepsi Chuck Palahniuk virüsünün sisteme bulaşmasıyla başladı. Aksamalar oluyor, yer yer aymalar ve isyanlar görüyoruz. Neyse ki kişisel sindirme yöntemleri hala işe yarıyor. Uyuşturucu kullanım yönetmeliğinde yaptığımız yenilemeler bu sorunun icabına bakıyor. Ancak içten içe büyük dalgalanmalar seziyoruz. Sistem için olası bir tehdit ihtimali var. Geçen yaptığımız düşünce baskınından tuhaf sonuçlar elde ettik. Elebaşları belli olmayan bir grup garip eğitimler düzenlemeye başlamış; sabundan napalm patlayıcıları yapmak, sülfür-nitrattan akışkan bomba imalatı, temizliğin en ince püf noktaları, uçak kaçırma yöntemleri, terapi gruplarına gönüllü katılımlar, marketlerde yaptığımız anonsların şifre çözümlemeleri, tarikatların hücre sistemlerinin analizleri, estetik operasyon tarihinin incelenmesi, kozmetik ürünlerin içerdiği genetik kodların kırılması…
Bunlar sistemin devamlılığı için tehdit teşkil ediyor. Yapılan baskında ele geçirilen bilgiler sistemin arşivine transfer edildi. Daha sonra yeni yazılımlar kodlamak için kullanılabilir. Bunun yanında bir başka baskında alternatif intihar yöntemlerini, bilinçaltı keşiflerini, özgürleşme kefaretlerini, tanrıyı saklandığı yerden çıkarma yollarını araştıran verilere rastlandı. Aynı şekilde sistemin geleceği açısından arşive nakledildi.
Tüm bu sistem karşıtı hareketlenmelerde aynı kişinin parmağı olduğunu düşünüyoruz. Chuck Palahniuk… Daha önce sisteme dahil etme önerilerimize de sert yanıtlar vermişti. Eleştirel düşünceyi ortadan kaldırma çalışmalarımızı alt üst etmişti. Şu an peşindeyiz ancak sisteme kaydı olmadığı için takibi zor. Diğer başka bir baskında yakalamak üzereydik. Çalıştığı bir diğer grupla birlikte bir bildirge yayınlamışlar, aynen iletiyorum;
Görünen tüm farklar indirgenecek, eşitlenecek. Bağımlılığın hudutları görülecek. Dibe vurulacak, dibin dibine vurulacak, dibin dibinin dibine vurulacak, dipsizleşilecek. Kavramsızlaşılacak, anlamsızlaşılacak. Tüm öğretilenler sıfırlanacak, sıfır yok edilecek…
İkinci pasaj daha karmaşık, sisteme ciddi zararlar verebilir, devam ediyorum;
Zaman, zaman dilimi, zaman diliminde bir nokta, zaman diliminde noktalar, tüm zaman dilimleri ve tüm noktalar, saptamak, ayrıştırmak, tekrar birleştirmek, kurgulamak, düzenli kurgulamak, düzensiz kurgulamak, kurgu düzeni yaratmak. Çizgisel ve dairesel zamanı noktasalla değiştirmek. Herhangi bir noktayı aldığımızda bir şey değişmiyorsa, hepsini aldığımızda da değişmez, nokta bağımsızdır, zamandan ilişkisizdir, hepsini aldığımızda değişmiyorsa, hepsi işe yaramaz, boştur.
Zamanı yaşamla girişik kurgularsak, yaşam da boştur, işe yaramaz, her an vazgeçebiliriz. Ne yaparsak yapalım bir şey değişmez…
Değiştirmek, daha iyisini koymak –daha iyisi yok- , daha kötüsünü koymak – zaten daha kötü-, değiştirmek, değişim yok sadece ekleme ve çıkarma var, eklediğimizde ya da çıkardığımızda bir şey değişmiyorsa – bir şey değişmez, hiç bir şey değişmez, sadece ekleme ve çıkarma vardır- ,eklenen tepkisizdir, eklediğin tepkisizdir, hayat tepkisizdir. Hayat ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. –Hiçbirimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, - hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır.- Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir. Bir tek ölüm süreci noktasal değildir, tanrının varlığı ölümün ta kendisidir. Ve tanrının ilgisini çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı ya da hiçbir şeyi olacağız. Ya tüket ya öl diyen bu sistemde, masalların kaypak körleştiriciliğinden kurtulup özgür irademizle kargaşa projemizi başlatacağız.
Bu bilgiler kayıtlara geçilsin. Rutin önlemlerimizi alalım. Büyük bir sorun oluşturacağına inanmıyorum. Nasıl olsa dinamiklerimizi gayet iyi işliyor, gelip geçici bir sendrom olarak görüyorum. Bizler hayatlarıyla barışmak istemeyen, işleri yoluna koymak için çaba göstermeyen, herhangi bir sorumluluk üstlenmeyen bireyler ürettik, onlar yine kendileri gibi sorumluluk almayanlarla takılacaklar. Ve çevrelerine böyle insanları toplayarak sözüm ona kültürler ve akımlar oluşturacaklar. İşte bu tam anlamıyla konfor yaratmaktır, yaşamsal konfor. Oluşturdukları düzen kötü şartlardan oluşsa da kendilerini rahat hissedecekler ve kısa sürede rahatlığın sarmaşıkları beyinlerini saracak. Görebildiklerine inanmanın huzurunu bulacaklar , etkisizleşecekler. Dünya algılayabildiğin düzende döner, çevrende de algılayabildiğin insanlar olur. Kendi kişisel dünyanı yaratırsın ve çevrendekilerle paylaştığını sanırsın, oysaki tek gerçek değiş-tokuş yaptığındır ve bunu anlayana kadar ölmüş olursun. Sonuç aynıysa içeriğin önemi yoktur. İnancın derinliği sadece acıyı arttırır, gerçek tüm sertliği ve soğukluğuyla orada durur. Ve insanlar bunu görmek istemezler, bunun yerine ne görmek istediklerini bile bilmezler. Tam bu noktada devreye biz gireriz. Onlara kolay kabullenilen, acısız konforu sunarız. Sonuç… Tüketirler…
Sistem kendi yolunu bulur.
Biz incelemeye devam edelim. Yeni kayıtlar açılmaya devam edilsin.
Sarsıcı fikirler sistemin güvenirliğini örseliyor. İstihbarata göre Dövüş Kulübü kurulmuş. Chuck Palahniuk bu hareketiyle ilk darbesini indirdi. Kitabın çok kısa zamanda popüler olacağından ve hızla yayılacağından korkuyoruz.
Artık televizyon kadar etkili kullanabildiğimiz görsel veri ileti yollarından biri olan sinemanın aykırı ve sistemi reddeden isimlerinden biri olan yönetmen David Fincher’ ın bu kitabı görselleştireceğine dair haberler aldık. Sanırım bu ciddi anlamda endişelenmemiz gereken bir gelişme. Ama alacağımız önlemler durumu düzeltebilir. Estetik kaygıları arttırma ünitesini hızlandırın. İnsanların yapaylaşma ve standartlaşma sürecine ağırlık verilsin. Sanal beklentiler yaratılsın, ürünler sunulsun, ihtiyaçlar artacaktır. İnsan ihtiyaçlarının peşinden koşarken analiz mekanizmasını kaybedecektir. Nasıl olsa şu an itibariyle hayatı ev, araba, televizyon ve kazanmaya indirgedik, daha ileri geçmememiz için bir sebep yok. Geleceği umut olmaktan çıkarıp bir tehdit unsuru haline getirdik. Sahip olmak istedikleri onlara sahip oluyor. Her şeyi kaybedebilecek kadar özgür olmaları imkansız.
Ancak tüm bunlara rağmen Palahniuk’ un su üstüne çıkarmaya çalıştığı bu toplumsal kriz gerçeği tüm düzenimizde derin ve sarsıcı etkiler yaratabilir. Tüm kayıtları incelemeli ve dökümünü çıkarmalıyız. En baştan itibaren her şeyini bilmeliyiz.
Arşivleri inceliyorum, kodları şöyle;
21 Şubat 1962’ de Amerika, Pasco-Washington’ da bedenini kullanmaya başlamış. 20 yaşında gazetecilik okuluna girmiş. 4 yıl sonra okulu tamamlamış. Kısa bir süre yerel bir gazetede çalışmış. Bu sırada kamyon imalatı yapan bir fabrikamızda tamirci olarak çalışmış. Evsizler için düzenlediğimiz barınma projelerine gönüllü olarak katılmış. Zor durumdaki insanların hayata bakışları ve mücadele yöntemleri ilgisini çekmiş. Kendini farklı bir dünya ve bakış açısının içinde gerçek hissetmiş. Ölümcül derecede hasta insanların grup toplantılarına da katılmaya başlamış. Gönüllü olarak yaptığı bu işte kendisinin destek verdiği bir hastanın ölmesi üzerine bu işi bırakmış. Görünen o ki, ölümün dinamikleri onu heyecanlandırmış ancak ölümle yüz yüze geldiğinde ve aslında verilen tüm çabaların sonunda boşa gittiğini gördüğünde buradan da ayrılmış.
Başarısız denemeler silsilesi. O zamanlar ne istediğini tam olarak kendi de bilmiyormuş, sisteme dahil etmek için uygun bir zamanmış… Sonuçta bir insanı ne kadar severseniz sevin kanı size doğru akmaya başladığında geri çekilirsiniz, öyle değil mi…
Zaman kodlarını 1999 ile 2001 arasına al. Dökümleri sıralamaya devam edelim;
1999’ da Görünmez Canavarlar ve 2001’ de Tıkanma kitaplarıyla medya çağını, materyalizmi, tüketim kültürünü, hırs ve üstünlük duygusunu, güzellik idealini, iş dünyasını, artan yalnızlık ve yabancılaşmayı, şiddeti ve pornografiyi, şöhret açlığını, pop kültürünü, insanın ölümsüzlük arayışını ve yarı tanrıya dönüşme çabalarını sinik ve kara mizahi bir alaycılıkla, tuhaf kurguya sahip sivri bir dille, rahatsızlık veren bir atmosfer yaratarak aşağılıyor. Temel olarak kullandığı karakterler genelde toplumun kenara ittiği, lüzumsuz olarak atfettiği ve kendilerine karşı yıkıcı bir saldırganlık gösteren stereotipler. Anlatımda başa ve sona geçici sıçramalar yaparak şaşırtıcı bir anlatım kullanıyor, sınırlı sözcük dağarcığını tercih ederek ortalama bir bireyin konuşma kapasitesine hitap ediyor, ahlakı hor gören nükteler ve pop kültür yergileriyle toplumsal davranış bozukluklarını eleştiriyor. Ve dolambaçlı bir finalle etkiyi en yüksek dereceye sarsıcı bir darbeyle taşıyor.
Chuck Palahniuk bu isyankar ve keskin tavırlarıyla sistemimizde onulmaz yaralar açacağını düşünüyor ve dinamiklerimizi derinden yıpratacak eleştiri oklarını bize doğrultuyor. Ama insanların hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, yanılsamanın hüküm sürdüğü sistemimizde onlara iyi ve doğru olarak dayattıklarımızın tek gerçek olmadığını anlamaları ve kötü olduğunu söyleyerek onlardan uzak tuttuklarımızın farkına varmaları ve hür iradeleriyle tercihler yapmaları çok uzun zaman alacaktır.
Ve işleyen zaman bizim lehimize kozlar verecektir. Derinleşen bir inanç daha da derinleşmeye mahkumdur. Chuck Palahniuk ahlaki saldırılarına devam etse de bu sadece sistemin kendi açıklarını fark etmesine ve gelişim adına yeni tedbirler almasına sebep olacaktır. Sistem mükemmel kurulmuştur, insanların umutlarıyla beslenir ve insanların umutları hiç tükenmez…
YALIN İNCE
Tüm insanlığı selamlıyoruz, merhaba… Tüm müşterilerimizi, tüm tüketicileri. Uzun zamandır üstünde çalıştığımız projeler ürünlerini vermeye başladı. Yeni gereksinimler kullanıma hazırdır, tüketiniz. Buna ek olarak şirketimiz kişisel mesih tasarlanması ve temini konusunda yeni hizmetlerine başladı. Pop yıldızı ve film starlığı paket programlarımız yeni versiyonlarıyla kullanıma hazır. Tüketilesi yenilikler için lütfen altıyı tuşlayın. Çalışma saatlerinizde düzen karşıtı fikirleriniz oluyorsa merak etmeyin, yeni zihin bulanıklaştırıcı yamamız işinizi görecektir, lütfen altmışaltıyı tuşlayın. Kişisel aymalarınız ve farkındalıklarınız çevrenizdeki düzenli müşterilerimizi de etkilemeye başladıysa sizi özel omurgasızlaştırma ünitemize yönlendiriyoruz, lütfen altıyüzaltmışaltıyı tuşlayın.
Eskiden herhangi bir reklam yapma ihtiyacı duymazdık. Ürünler kendi kendine tüketilirdi, arz gittikçe artardı. Sistem eskimeye başlıyor. Sorunlar çıkıyor. Eskiden bunlar yoktu, hepsi Chuck Palahniuk virüsünün sisteme bulaşmasıyla başladı. Aksamalar oluyor, yer yer aymalar ve isyanlar görüyoruz. Neyse ki kişisel sindirme yöntemleri hala işe yarıyor. Uyuşturucu kullanım yönetmeliğinde yaptığımız yenilemeler bu sorunun icabına bakıyor. Ancak içten içe büyük dalgalanmalar seziyoruz. Sistem için olası bir tehdit ihtimali var. Geçen yaptığımız düşünce baskınından tuhaf sonuçlar elde ettik. Elebaşları belli olmayan bir grup garip eğitimler düzenlemeye başlamış; sabundan napalm patlayıcıları yapmak, sülfür-nitrattan akışkan bomba imalatı, temizliğin en ince püf noktaları, uçak kaçırma yöntemleri, terapi gruplarına gönüllü katılımlar, marketlerde yaptığımız anonsların şifre çözümlemeleri, tarikatların hücre sistemlerinin analizleri, estetik operasyon tarihinin incelenmesi, kozmetik ürünlerin içerdiği genetik kodların kırılması…
Bunlar sistemin devamlılığı için tehdit teşkil ediyor. Yapılan baskında ele geçirilen bilgiler sistemin arşivine transfer edildi. Daha sonra yeni yazılımlar kodlamak için kullanılabilir. Bunun yanında bir başka baskında alternatif intihar yöntemlerini, bilinçaltı keşiflerini, özgürleşme kefaretlerini, tanrıyı saklandığı yerden çıkarma yollarını araştıran verilere rastlandı. Aynı şekilde sistemin geleceği açısından arşive nakledildi.
Tüm bu sistem karşıtı hareketlenmelerde aynı kişinin parmağı olduğunu düşünüyoruz. Chuck Palahniuk… Daha önce sisteme dahil etme önerilerimize de sert yanıtlar vermişti. Eleştirel düşünceyi ortadan kaldırma çalışmalarımızı alt üst etmişti. Şu an peşindeyiz ancak sisteme kaydı olmadığı için takibi zor. Diğer başka bir baskında yakalamak üzereydik. Çalıştığı bir diğer grupla birlikte bir bildirge yayınlamışlar, aynen iletiyorum;
Görünen tüm farklar indirgenecek, eşitlenecek. Bağımlılığın hudutları görülecek. Dibe vurulacak, dibin dibine vurulacak, dibin dibinin dibine vurulacak, dipsizleşilecek. Kavramsızlaşılacak, anlamsızlaşılacak. Tüm öğretilenler sıfırlanacak, sıfır yok edilecek…
İkinci pasaj daha karmaşık, sisteme ciddi zararlar verebilir, devam ediyorum;
Zaman, zaman dilimi, zaman diliminde bir nokta, zaman diliminde noktalar, tüm zaman dilimleri ve tüm noktalar, saptamak, ayrıştırmak, tekrar birleştirmek, kurgulamak, düzenli kurgulamak, düzensiz kurgulamak, kurgu düzeni yaratmak. Çizgisel ve dairesel zamanı noktasalla değiştirmek. Herhangi bir noktayı aldığımızda bir şey değişmiyorsa, hepsini aldığımızda da değişmez, nokta bağımsızdır, zamandan ilişkisizdir, hepsini aldığımızda değişmiyorsa, hepsi işe yaramaz, boştur.
Zamanı yaşamla girişik kurgularsak, yaşam da boştur, işe yaramaz, her an vazgeçebiliriz. Ne yaparsak yapalım bir şey değişmez…
Değiştirmek, daha iyisini koymak –daha iyisi yok- , daha kötüsünü koymak – zaten daha kötü-, değiştirmek, değişim yok sadece ekleme ve çıkarma var, eklediğimizde ya da çıkardığımızda bir şey değişmiyorsa – bir şey değişmez, hiç bir şey değişmez, sadece ekleme ve çıkarma vardır- ,eklenen tepkisizdir, eklediğin tepkisizdir, hayat tepkisizdir. Hayat ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. –Hiçbirimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, - hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır.- Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir. Bir tek ölüm süreci noktasal değildir, tanrının varlığı ölümün ta kendisidir. Ve tanrının ilgisini çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı ya da hiçbir şeyi olacağız. Ya tüket ya öl diyen bu sistemde, masalların kaypak körleştiriciliğinden kurtulup özgür irademizle kargaşa projemizi başlatacağız.
Bu bilgiler kayıtlara geçilsin. Rutin önlemlerimizi alalım. Büyük bir sorun oluşturacağına inanmıyorum. Nasıl olsa dinamiklerimizi gayet iyi işliyor, gelip geçici bir sendrom olarak görüyorum. Bizler hayatlarıyla barışmak istemeyen, işleri yoluna koymak için çaba göstermeyen, herhangi bir sorumluluk üstlenmeyen bireyler ürettik, onlar yine kendileri gibi sorumluluk almayanlarla takılacaklar. Ve çevrelerine böyle insanları toplayarak sözüm ona kültürler ve akımlar oluşturacaklar. İşte bu tam anlamıyla konfor yaratmaktır, yaşamsal konfor. Oluşturdukları düzen kötü şartlardan oluşsa da kendilerini rahat hissedecekler ve kısa sürede rahatlığın sarmaşıkları beyinlerini saracak. Görebildiklerine inanmanın huzurunu bulacaklar , etkisizleşecekler. Dünya algılayabildiğin düzende döner, çevrende de algılayabildiğin insanlar olur. Kendi kişisel dünyanı yaratırsın ve çevrendekilerle paylaştığını sanırsın, oysaki tek gerçek değiş-tokuş yaptığındır ve bunu anlayana kadar ölmüş olursun. Sonuç aynıysa içeriğin önemi yoktur. İnancın derinliği sadece acıyı arttırır, gerçek tüm sertliği ve soğukluğuyla orada durur. Ve insanlar bunu görmek istemezler, bunun yerine ne görmek istediklerini bile bilmezler. Tam bu noktada devreye biz gireriz. Onlara kolay kabullenilen, acısız konforu sunarız. Sonuç… Tüketirler…
Sistem kendi yolunu bulur.
Biz incelemeye devam edelim. Yeni kayıtlar açılmaya devam edilsin.
Sarsıcı fikirler sistemin güvenirliğini örseliyor. İstihbarata göre Dövüş Kulübü kurulmuş. Chuck Palahniuk bu hareketiyle ilk darbesini indirdi. Kitabın çok kısa zamanda popüler olacağından ve hızla yayılacağından korkuyoruz.
Artık televizyon kadar etkili kullanabildiğimiz görsel veri ileti yollarından biri olan sinemanın aykırı ve sistemi reddeden isimlerinden biri olan yönetmen David Fincher’ ın bu kitabı görselleştireceğine dair haberler aldık. Sanırım bu ciddi anlamda endişelenmemiz gereken bir gelişme. Ama alacağımız önlemler durumu düzeltebilir. Estetik kaygıları arttırma ünitesini hızlandırın. İnsanların yapaylaşma ve standartlaşma sürecine ağırlık verilsin. Sanal beklentiler yaratılsın, ürünler sunulsun, ihtiyaçlar artacaktır. İnsan ihtiyaçlarının peşinden koşarken analiz mekanizmasını kaybedecektir. Nasıl olsa şu an itibariyle hayatı ev, araba, televizyon ve kazanmaya indirgedik, daha ileri geçmememiz için bir sebep yok. Geleceği umut olmaktan çıkarıp bir tehdit unsuru haline getirdik. Sahip olmak istedikleri onlara sahip oluyor. Her şeyi kaybedebilecek kadar özgür olmaları imkansız.
Ancak tüm bunlara rağmen Palahniuk’ un su üstüne çıkarmaya çalıştığı bu toplumsal kriz gerçeği tüm düzenimizde derin ve sarsıcı etkiler yaratabilir. Tüm kayıtları incelemeli ve dökümünü çıkarmalıyız. En baştan itibaren her şeyini bilmeliyiz.
Arşivleri inceliyorum, kodları şöyle;
21 Şubat 1962’ de Amerika, Pasco-Washington’ da bedenini kullanmaya başlamış. 20 yaşında gazetecilik okuluna girmiş. 4 yıl sonra okulu tamamlamış. Kısa bir süre yerel bir gazetede çalışmış. Bu sırada kamyon imalatı yapan bir fabrikamızda tamirci olarak çalışmış. Evsizler için düzenlediğimiz barınma projelerine gönüllü olarak katılmış. Zor durumdaki insanların hayata bakışları ve mücadele yöntemleri ilgisini çekmiş. Kendini farklı bir dünya ve bakış açısının içinde gerçek hissetmiş. Ölümcül derecede hasta insanların grup toplantılarına da katılmaya başlamış. Gönüllü olarak yaptığı bu işte kendisinin destek verdiği bir hastanın ölmesi üzerine bu işi bırakmış. Görünen o ki, ölümün dinamikleri onu heyecanlandırmış ancak ölümle yüz yüze geldiğinde ve aslında verilen tüm çabaların sonunda boşa gittiğini gördüğünde buradan da ayrılmış.
Başarısız denemeler silsilesi. O zamanlar ne istediğini tam olarak kendi de bilmiyormuş, sisteme dahil etmek için uygun bir zamanmış… Sonuçta bir insanı ne kadar severseniz sevin kanı size doğru akmaya başladığında geri çekilirsiniz, öyle değil mi…
Zaman kodlarını 1999 ile 2001 arasına al. Dökümleri sıralamaya devam edelim;
1999’ da Görünmez Canavarlar ve 2001’ de Tıkanma kitaplarıyla medya çağını, materyalizmi, tüketim kültürünü, hırs ve üstünlük duygusunu, güzellik idealini, iş dünyasını, artan yalnızlık ve yabancılaşmayı, şiddeti ve pornografiyi, şöhret açlığını, pop kültürünü, insanın ölümsüzlük arayışını ve yarı tanrıya dönüşme çabalarını sinik ve kara mizahi bir alaycılıkla, tuhaf kurguya sahip sivri bir dille, rahatsızlık veren bir atmosfer yaratarak aşağılıyor. Temel olarak kullandığı karakterler genelde toplumun kenara ittiği, lüzumsuz olarak atfettiği ve kendilerine karşı yıkıcı bir saldırganlık gösteren stereotipler. Anlatımda başa ve sona geçici sıçramalar yaparak şaşırtıcı bir anlatım kullanıyor, sınırlı sözcük dağarcığını tercih ederek ortalama bir bireyin konuşma kapasitesine hitap ediyor, ahlakı hor gören nükteler ve pop kültür yergileriyle toplumsal davranış bozukluklarını eleştiriyor. Ve dolambaçlı bir finalle etkiyi en yüksek dereceye sarsıcı bir darbeyle taşıyor.
Chuck Palahniuk bu isyankar ve keskin tavırlarıyla sistemimizde onulmaz yaralar açacağını düşünüyor ve dinamiklerimizi derinden yıpratacak eleştiri oklarını bize doğrultuyor. Ama insanların hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, yanılsamanın hüküm sürdüğü sistemimizde onlara iyi ve doğru olarak dayattıklarımızın tek gerçek olmadığını anlamaları ve kötü olduğunu söyleyerek onlardan uzak tuttuklarımızın farkına varmaları ve hür iradeleriyle tercihler yapmaları çok uzun zaman alacaktır.
Ve işleyen zaman bizim lehimize kozlar verecektir. Derinleşen bir inanç daha da derinleşmeye mahkumdur. Chuck Palahniuk ahlaki saldırılarına devam etse de bu sadece sistemin kendi açıklarını fark etmesine ve gelişim adına yeni tedbirler almasına sebep olacaktır. Sistem mükemmel kurulmuştur, insanların umutlarıyla beslenir ve insanların umutları hiç tükenmez…
YALIN İNCE
Jack Kerouc - Yolların Adamı
YOLLARIN ADAMI
Ben hayatım boyunca pranga mahkûmiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç oldum. Ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. Bana sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir. Öyküler söylemek, öyküler dinlemek, öyküler yaşamak…
Benim öykümde onlardan biri. Her zaman gizlice anlatıldığını duyduğunuz, dünyanın ne tarafına, ne kadar uzağa giderseniz gidin, bar olan ya da olmayan her yerde, sarhoş olan ya da olmayan herkes tarafından anlatılan, doğruluğuna güvenilir öykülerden biri. Ölmüş tüm sivrisineklerin hayaletlerinin toplamı gibi bir şey. Dibinden bir avuç kum çıkarana kadar okyanusu boylamaya yetecek kadar ağır bir öykü.
Adım Kerouc. Jean-Louis Lebris de Kerouac. Ama ben kendime Jack derim, Jack Kerouac. Jack London en sağlam adamlarımdandır, ismim buradan geliyor.
Daha on yaşına gelmeden yazar olmayı kafama koymuştum. Babam matbaacıydı, birkaç derginin basımını yapıyordu. Sürekli yazıyordum, her an her yerde. Yürürken bile yazdığım oluyordu. Kafama bir direk patlayana ya da ayağıma bir taş takılıp asfalta yapışana dek yazıyordum. Sonra ayağa kalkıp kaldığım satırdan devam ediyordum. Anneme, babama, arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Gün içinden fotoğraflar çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu fotoğrafların. Yazdıklarım satırlarla ifade edilen yaşam fotoğraflarıydı.
Ailem yarı Fransız yarı Kanadalıydı. 6 yaşına kadar evde İngilizce konuşulmadı. Quebec Fransızcası denen o aksanı öğrendim. Büyük abim Gerard’ ın erken ve ani ölümü kafamdaki tahtalardan bir kaçını sertçe kanırttı. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyordum. Tek yapabildiğim yazmak oldu. Gerard için bir roman yazdım.
Babam parasal sorunlar yaşıyordu. Kurtuluşu kumarda araması işleri iyice kötüleştirdi. Durumu toparlamaya niyetlenmiştim. Atletik bir vücudum vardı ve futbola bayılıyordum. Bana üstün yetenekli diyenler bile oldu ki sporculuğum sayesinde Boston Koleji ve ardından Columbia Üniversitesi’ nden burslar kazandım. Tam her şey yoluna giriyor gibiydi ki daha ilk sezonumda bacağım kırıldı. Beni sürekli yedek kulübesinde bekleten kalın kafalı koçada sürekli laf anlatmaktan bıkmıştım. Sonunda kavga ettik ve takımdan kovuldum. Bende okulun öğrenci gazetesine spor yazıları yazmaya başladım. Futboldan daha eğlenceliydi yazmak. Kısa süre içinde okuldan da ayrıldım ve içmeye başladım. Baya bir içiyordum. Beni utandıran babamı utandırmıştım ya da utandıramamıştım bile. Bunun için gurur duymuyorum, üzülmüyorum da.
Üniversite yılları fena değildi aslında. Lucien (Carr), beni Allen (Ginsberg) ve William (Burroughs)’ la tanıştırdı. Başlarda birbirimize uyuzlansakta kısa sürede iyi anlaşmış, takımı kurmuştuk. Beat kuşağını oluşturmuştuk. Bizim tayfa, Beatnik’ ler…
Biz öyle kendi yolumuzda kafamız kıyak adamlardık. Ülkeyi dolaşır, caz dinler, edebiyatla ilgilenir, doğu felsefesine dalar, çıkınca güzel kızlarla eğlenir, şiir okur, içer, çeker, savaşa karşı çıkardık. Canımız ne istiyorsa onu yapar, kafamıza göre takılırdık.
Biz beat kuşağıydık. Harika beatnikler. Bu takımın çekirdeğini oluşturan Lucien bir süre sonra bizden koptu aslına bakarsanız. Biz, tüm beat tayfası Joan (Volmer)’ ın
evinde -ki onun evi tüm tayfanın buluşma mekânıdır- cigaralarımızı tüttürüp caz dinliyorduk. Ben Jack London’ dan seçme satırlar okuyordum. Birden Lucien çıkageldi. Uzun zamandır peşinden ayrılmayan David Kammener adında birini bıçaklamış, adam da ölmüş. Ne yapacağını bilemiyordu. Allen ve ben kaç dedik. Ben olsam kaçardım. Ama William onu teslim olmaya ikna etti. İki yıl hapiste kaldı Lucien, çıktığında bizden koptu, beat’ ten de.
Bir ara çok sıkıldım. Orduya katılayım dedim. Canım istedi, o kadar. 2.Dünya Savaşı sırasında beni ordudan çıkardılar. Şizoikmişim. Laf. Bir orduda başka nasıl davranabilir ki insan. Dünyanın en sempatik ve insani yeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendimi yazmaya verdim. 6 yıl boyunca gece-gündüz sürekli yazdım, hiç durmadan. Cebimden bir an olsun defterim ve kalemim eksik olmadı. Koskoca altı yıl boyunca yazdıklarımı yayınlamaya niyetlenen kimse de olmadı. Beni ilgilendirmez, yazmaya devam ettim.
Neal Cassady’ le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli yolculuk hayatımın akışını da değiştirdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya, işte öyle bir şeydi. Ama ben anlatmaya karar verdim. Yolculuğun sonunda kendimi bir otel odasına kapattım. Yanıma kafamı kıyak eden bolca benzedrin ve kahve aldım. Daktilomun başından hiç kalkmayacaktım. Metrelerce uzunluğunda bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. Yol gibi yolculuk gibi yazacaktım. Yolda yolunu kaybetmiş arayışta olan bir gezgin gibi yazacaktım. Üç hafta sonra ‘’ Yolda’’ bitti. Olması gerektiği tarzda olması gerektiği gibi, caz gibi…
Bana ‘’Beat’ in Kralı’’ , ‘’Hippilerin Babası’’ dediler. Böyle sınıflandırmaları sevmem. Tamam, Beat’ i biz yarattık ve hippileride oldukça etkiledik. Ne olmuş yani? Herkes kendi yolunda yürür. Herkes takılmasına bakmalı. Ama hep dediler, hep söylediler. Zen kaçıkları, havalı beatnikler, gezgin aylaklar, evsiz biraderler. Belki de öyleydik…
Canımın sıkıldığı bir gün bilmediğim bir gemiye atlayıp dünyanın değişik yerlerini görmeye karar verdim. Kendime müthiş eğlenceler düzenledim. Singapur barlarında polo sopası salladım, Avustralya’ da at yarışı oynadım, Bombay’ da sokak serserileriyle dalaştım, pislik yuvası Karaçi’ de keşlerle takıldım, Kahire Kasbah’ da kendi ihtilalimi yaptım ve bunu Marsilya’ dan başlatıp öbür tarafa kadar yaydım. Hayatım boyunca ait olduğum yeri aradım. Yaşamım ve yazdıklarımla toplumun kalıplarını kırmaya çalıştım hep. Kafamın içindekileri yıkmak içinde çok uğraştım. Uyuşturucuları doğru düzgün kullandığıma inanıyorum. Doğru düzgün kullanılınca zihin özgürleştiricileri onlar. Ben de çok özgür kaldım, çok dolaştım, çok açıldım. Zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı yerinden söküp attım. Galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu, mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor. Zaman ise tozun bile demirden olduğu katranlı bir çukur sadece.
Her taşın altına parmağımı sokmaktan çekinmedim. Bir sürü işte çalıştım. Spor muhabirliği, inşaat ameleliği, askerlik, yemek dağıtıcılığı, kamarotluk, kasaplık, garsonluk, bulaşıkçılık, orman yangın gözcülüğü, demiryolları işçiliği… Şimdi sadece takılıyorum uyuşturucu ve caza düşkün bir gezgin budistim. Ne var yani olamaz mı? Kalıpsız yaşayan kendini yollarda bulan evsiz bir yazarım. Olduğu gibi, geldiği gibi yaşar ve yazarım. İlk düşünce en iyi düşüncedir, benim düsturum da budur. Doğuş, doğuştan, doğaçlama… İç, içsel, içten… İşte benim kelimelerim. Cazın mürekkebe dönüşmesi, yolculuğun fotoğrafı…
Şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk sahibi olmak. Yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. Aslında başka insanların hayatına karışacak biri değilim. Herkes kendi kurallarına göre yaşamalı. Ama ben daha çok çılgın insanları kale alırım. Yaşamak için çıldıranları. İçlerindeki ateşi tutkuyla besleyenleri.
Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim. Neredeyse tüm hayatım boyunca seyahat ettim ve yazdım. Günlük kaygılarla ömür tüketen insanlar gördüm. 34 yaşına kadar araba kullanmadım hiçbir zamanda ehliyetim olmadı. Çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak harcarken ben dünyayı gezdim. Garip bir tezat…
Düşlerle dolu bir akşamüzeri kocaman bir şilebin körfezden süzülerek geçişini izliyordum. Gözlerim bu uzun demir yılanın içindeki insanları, denizcileri, bu düşsel aracı idare eden hayaletleri aradığı halde, liman sularını yara yara giderken çelik gibi parlayan pruvasında ve dünyanın dört rüzgârına açık burnunda hiç kimseyi, tek bir canlıyı bile göremedim.
Kendimi çimenlerin üzerine attım sonra. Bulutları seyrederken düşünme mekanizmamı durdurdum. Yalnız kalmaya, bilgelik kazanmaya çalışıyordum. Yaşamın keyfini tam kalbinden yakalamaya uğraşıyordum. Bu durum beni yangın gözcülüğüne sürükledi. Doğa koşulları altında, tamamen yalnız başıma, ormanın tam ortasında altmış üç gün ve gece sonsuza dek ıssız kalmaya mahkûm bir dağda sonsuzluğu aradım. Kayalara ve ağaçlara hiçliğin anlamını sordum zaman zaman. Yanıt boşlukta kükreyen kocaman bir sessizlikti…
Yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük olduğunu düşünüyorum artık. Bedenim dünyanın hangi ücra köşesine savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin içinde olup bitiyor. Kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve yaşamı olduğu gibi seviyorum.
Annem Gabrielle ve karım Stella beni bağışlayacaklar mı bilemiyorum. Kalıbı erken hırpalamışım. Biraz fazla içiyorum galiba. Dün karnımda dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. Ertesi gün siroz olduğum ortaya çıktı. Şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah, kuyruğu titretmişim. Ölmüşüm bugün. 47' mde alkolden ölmüşüm. Bir yazar için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son…
Yalın İnce
Lonesome Traveller’ dan
‘’Bardan içeri adımımı attığım sırada ayaklarımın altında dünyanın şırıl şırıl döndüğünü hissediyordum. Van Gogh tablolarının görüntüleri, kahverengi yamalı duvarlara, tuvalet kapılarına, tükürük hokkalarına, arkadaki kırık dökük masalara karışıyordu.
Bir Ekim akşamında içilen ilk üç bira, demir sokaklardaki çocukların neşe dolu bağırışları, rüzgar, nehir boyunca sıralanmış gemiler – o kıpır kıpır sıcaklık karnınızda dolaşırken size güç vermek ve dünyayı, sizi de anında içine çekiveren şikayet ve mücadele gibi can sıkıcı ayrıntılarla dolu bir yer olmaktan çıkarmakla kalmayıp, mesafeye bağlı olarak büyüyen, mesafe kısaldıkça yoğunluğunu ve etkisini yitiren bir gölgeyi andıran ve daha da genişleyebilecek kapasitede olan devasa bir zevk denizi haline sokabilir, sabaha kadar içilen 30.biranın, 10.viskinin ve dam tepeleri, çatılar, kilerler gibi, enerjinin artmadığı, aksine eksildiği yerlerde içilen vermutların ardından içtikçe artan sahte bir güç kazanırsınız, işte bu sahte güç eksilebilir bir güçtür. – şlop, sabah kalktığında bir cesettir artık adam, bar ve salonların kahverengi kasvetli, dünyanın en ürkütücü boşluk hissini uyandırır, sinir uçları yavaş yavaş duyarlılığını kaybeder, parmaklarda, ellerde felç başlar – bir zamanlar sevimli bir bebek olan insanoğlunun, şehirlerin ürpertici sürrealist gecelerinde, unutulmuş yüzler, saçılan paralar, savrulup atılan yiyecekler, içkiler, içkiler, içkiler ve ağızlara sakız olan binlerce muhabbet konusu karşısında dehşet içinde tir tir titreyen bir hayaletten şarkı kalmamıştır artık…’’
Ben hayatım boyunca pranga mahkûmiyetlerinden kaçan köksüz bir ağaç oldum. Ne durmayı ne de aynı yolu ileri geri kat etmeyi severim. Bana sorarsanız, gerçek yaşam hiç durmadan dosdoğru denize doğru gitmektir. Öyküler söylemek, öyküler dinlemek, öyküler yaşamak…
Benim öykümde onlardan biri. Her zaman gizlice anlatıldığını duyduğunuz, dünyanın ne tarafına, ne kadar uzağa giderseniz gidin, bar olan ya da olmayan her yerde, sarhoş olan ya da olmayan herkes tarafından anlatılan, doğruluğuna güvenilir öykülerden biri. Ölmüş tüm sivrisineklerin hayaletlerinin toplamı gibi bir şey. Dibinden bir avuç kum çıkarana kadar okyanusu boylamaya yetecek kadar ağır bir öykü.
Adım Kerouc. Jean-Louis Lebris de Kerouac. Ama ben kendime Jack derim, Jack Kerouac. Jack London en sağlam adamlarımdandır, ismim buradan geliyor.
Daha on yaşına gelmeden yazar olmayı kafama koymuştum. Babam matbaacıydı, birkaç derginin basımını yapıyordu. Sürekli yazıyordum, her an her yerde. Yürürken bile yazdığım oluyordu. Kafama bir direk patlayana ya da ayağıma bir taş takılıp asfalta yapışana dek yazıyordum. Sonra ayağa kalkıp kaldığım satırdan devam ediyordum. Anneme, babama, arkadaşlarıma uzun uzun mektuplar yazıyordum. Gün içinden fotoğraflar çekip, her küçük ayrıntısını yazıyordum bu fotoğrafların. Yazdıklarım satırlarla ifade edilen yaşam fotoğraflarıydı.
Ailem yarı Fransız yarı Kanadalıydı. 6 yaşına kadar evde İngilizce konuşulmadı. Quebec Fransızcası denen o aksanı öğrendim. Büyük abim Gerard’ ın erken ve ani ölümü kafamdaki tahtalardan bir kaçını sertçe kanırttı. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi kestiremiyordum. Tek yapabildiğim yazmak oldu. Gerard için bir roman yazdım.
Babam parasal sorunlar yaşıyordu. Kurtuluşu kumarda araması işleri iyice kötüleştirdi. Durumu toparlamaya niyetlenmiştim. Atletik bir vücudum vardı ve futbola bayılıyordum. Bana üstün yetenekli diyenler bile oldu ki sporculuğum sayesinde Boston Koleji ve ardından Columbia Üniversitesi’ nden burslar kazandım. Tam her şey yoluna giriyor gibiydi ki daha ilk sezonumda bacağım kırıldı. Beni sürekli yedek kulübesinde bekleten kalın kafalı koçada sürekli laf anlatmaktan bıkmıştım. Sonunda kavga ettik ve takımdan kovuldum. Bende okulun öğrenci gazetesine spor yazıları yazmaya başladım. Futboldan daha eğlenceliydi yazmak. Kısa süre içinde okuldan da ayrıldım ve içmeye başladım. Baya bir içiyordum. Beni utandıran babamı utandırmıştım ya da utandıramamıştım bile. Bunun için gurur duymuyorum, üzülmüyorum da.
Üniversite yılları fena değildi aslında. Lucien (Carr), beni Allen (Ginsberg) ve William (Burroughs)’ la tanıştırdı. Başlarda birbirimize uyuzlansakta kısa sürede iyi anlaşmış, takımı kurmuştuk. Beat kuşağını oluşturmuştuk. Bizim tayfa, Beatnik’ ler…
Biz öyle kendi yolumuzda kafamız kıyak adamlardık. Ülkeyi dolaşır, caz dinler, edebiyatla ilgilenir, doğu felsefesine dalar, çıkınca güzel kızlarla eğlenir, şiir okur, içer, çeker, savaşa karşı çıkardık. Canımız ne istiyorsa onu yapar, kafamıza göre takılırdık.
Biz beat kuşağıydık. Harika beatnikler. Bu takımın çekirdeğini oluşturan Lucien bir süre sonra bizden koptu aslına bakarsanız. Biz, tüm beat tayfası Joan (Volmer)’ ın
evinde -ki onun evi tüm tayfanın buluşma mekânıdır- cigaralarımızı tüttürüp caz dinliyorduk. Ben Jack London’ dan seçme satırlar okuyordum. Birden Lucien çıkageldi. Uzun zamandır peşinden ayrılmayan David Kammener adında birini bıçaklamış, adam da ölmüş. Ne yapacağını bilemiyordu. Allen ve ben kaç dedik. Ben olsam kaçardım. Ama William onu teslim olmaya ikna etti. İki yıl hapiste kaldı Lucien, çıktığında bizden koptu, beat’ ten de.
Bir ara çok sıkıldım. Orduya katılayım dedim. Canım istedi, o kadar. 2.Dünya Savaşı sırasında beni ordudan çıkardılar. Şizoikmişim. Laf. Bir orduda başka nasıl davranabilir ki insan. Dünyanın en sempatik ve insani yeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Kendimi yazmaya verdim. 6 yıl boyunca gece-gündüz sürekli yazdım, hiç durmadan. Cebimden bir an olsun defterim ve kalemim eksik olmadı. Koskoca altı yıl boyunca yazdıklarımı yayınlamaya niyetlenen kimse de olmadı. Beni ilgilendirmez, yazmaya devam ettim.
Neal Cassady’ le çıktığımız, bitmesini hiç istemediğim o sihirli yolculuk hayatımın akışını da değiştirdi. Anlatılmaz yaşanır derler ya, işte öyle bir şeydi. Ama ben anlatmaya karar verdim. Yolculuğun sonunda kendimi bir otel odasına kapattım. Yanıma kafamı kıyak eden bolca benzedrin ve kahve aldım. Daktilomun başından hiç kalkmayacaktım. Metrelerce uzunluğunda bir rulo aldım ve daktiloma yerleştirdim. Yol gibi yolculuk gibi yazacaktım. Yolda yolunu kaybetmiş arayışta olan bir gezgin gibi yazacaktım. Üç hafta sonra ‘’ Yolda’’ bitti. Olması gerektiği tarzda olması gerektiği gibi, caz gibi…
Bana ‘’Beat’ in Kralı’’ , ‘’Hippilerin Babası’’ dediler. Böyle sınıflandırmaları sevmem. Tamam, Beat’ i biz yarattık ve hippileride oldukça etkiledik. Ne olmuş yani? Herkes kendi yolunda yürür. Herkes takılmasına bakmalı. Ama hep dediler, hep söylediler. Zen kaçıkları, havalı beatnikler, gezgin aylaklar, evsiz biraderler. Belki de öyleydik…
Canımın sıkıldığı bir gün bilmediğim bir gemiye atlayıp dünyanın değişik yerlerini görmeye karar verdim. Kendime müthiş eğlenceler düzenledim. Singapur barlarında polo sopası salladım, Avustralya’ da at yarışı oynadım, Bombay’ da sokak serserileriyle dalaştım, pislik yuvası Karaçi’ de keşlerle takıldım, Kahire Kasbah’ da kendi ihtilalimi yaptım ve bunu Marsilya’ dan başlatıp öbür tarafa kadar yaydım. Hayatım boyunca ait olduğum yeri aradım. Yaşamım ve yazdıklarımla toplumun kalıplarını kırmaya çalıştım hep. Kafamın içindekileri yıkmak içinde çok uğraştım. Uyuşturucuları doğru düzgün kullandığıma inanıyorum. Doğru düzgün kullanılınca zihin özgürleştiricileri onlar. Ben de çok özgür kaldım, çok dolaştım, çok açıldım. Zihnimin içine çöreklenmiş o eski dünyayı yerinden söküp attım. Galiba hep mutluluğu aradım ama mutluluğun yolu, mutluluğun harika, garip bir düş olduğunu anlamaktan geçiyor. Zaman ise tozun bile demirden olduğu katranlı bir çukur sadece.
Her taşın altına parmağımı sokmaktan çekinmedim. Bir sürü işte çalıştım. Spor muhabirliği, inşaat ameleliği, askerlik, yemek dağıtıcılığı, kamarotluk, kasaplık, garsonluk, bulaşıkçılık, orman yangın gözcülüğü, demiryolları işçiliği… Şimdi sadece takılıyorum uyuşturucu ve caza düşkün bir gezgin budistim. Ne var yani olamaz mı? Kalıpsız yaşayan kendini yollarda bulan evsiz bir yazarım. Olduğu gibi, geldiği gibi yaşar ve yazarım. İlk düşünce en iyi düşüncedir, benim düsturum da budur. Doğuş, doğuştan, doğaçlama… İç, içsel, içten… İşte benim kelimelerim. Cazın mürekkebe dönüşmesi, yolculuğun fotoğrafı…
Şimdiki gençlerin tek derdi, üniversiteye girmek, evlilik öncesi cinsellikte fazla ileri gitmemek, iyi bir iş, ev, araba edinmek, çocuk sahibi olmak. Yazarken bile sıkılıyorum bunlardan. Aslında başka insanların hayatına karışacak biri değilim. Herkes kendi kurallarına göre yaşamalı. Ama ben daha çok çılgın insanları kale alırım. Yaşamak için çıldıranları. İçlerindeki ateşi tutkuyla besleyenleri.
Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim. Neredeyse tüm hayatım boyunca seyahat ettim ve yazdım. Günlük kaygılarla ömür tüketen insanlar gördüm. 34 yaşına kadar araba kullanmadım hiçbir zamanda ehliyetim olmadı. Çocukluğundan beri araba kullananlar ve ilk fırsatta ehliyet sahibi olanlar tüm ömürlerini ev-iş arasında yol yaparak harcarken ben dünyayı gezdim. Garip bir tezat…
Düşlerle dolu bir akşamüzeri kocaman bir şilebin körfezden süzülerek geçişini izliyordum. Gözlerim bu uzun demir yılanın içindeki insanları, denizcileri, bu düşsel aracı idare eden hayaletleri aradığı halde, liman sularını yara yara giderken çelik gibi parlayan pruvasında ve dünyanın dört rüzgârına açık burnunda hiç kimseyi, tek bir canlıyı bile göremedim.
Kendimi çimenlerin üzerine attım sonra. Bulutları seyrederken düşünme mekanizmamı durdurdum. Yalnız kalmaya, bilgelik kazanmaya çalışıyordum. Yaşamın keyfini tam kalbinden yakalamaya uğraşıyordum. Bu durum beni yangın gözcülüğüne sürükledi. Doğa koşulları altında, tamamen yalnız başıma, ormanın tam ortasında altmış üç gün ve gece sonsuza dek ıssız kalmaya mahkûm bir dağda sonsuzluğu aradım. Kayalara ve ağaçlara hiçliğin anlamını sordum zaman zaman. Yanıt boşlukta kükreyen kocaman bir sessizlikti…
Yıldızları o kadar uzun zaman izledim ki onların birer sözcük olduğunu düşünüyorum artık. Bedenim dünyanın hangi ücra köşesine savrulursa savrulsun doğanın hüküm sürdüğü bu evrende her şey beynimin içinde olup bitiyor. Kafamın içindeki önyargılardan kurtuluyorum ve yaşamı olduğu gibi seviyorum.
Annem Gabrielle ve karım Stella beni bağışlayacaklar mı bilemiyorum. Kalıbı erken hırpalamışım. Biraz fazla içiyorum galiba. Dün karnımda dayanılmaz bir acıyla hastaneye kaldırıldım. Ertesi gün siroz olduğum ortaya çıktı. Şiddetli bir iç kanamaya engel olamamışlar bu sabah, kuyruğu titretmişim. Ölmüşüm bugün. 47' mde alkolden ölmüşüm. Bir yazar için benim gibi bir gezgin için yakışıklı bir son…
Yalın İnce
Lonesome Traveller’ dan
‘’Bardan içeri adımımı attığım sırada ayaklarımın altında dünyanın şırıl şırıl döndüğünü hissediyordum. Van Gogh tablolarının görüntüleri, kahverengi yamalı duvarlara, tuvalet kapılarına, tükürük hokkalarına, arkadaki kırık dökük masalara karışıyordu.
Bir Ekim akşamında içilen ilk üç bira, demir sokaklardaki çocukların neşe dolu bağırışları, rüzgar, nehir boyunca sıralanmış gemiler – o kıpır kıpır sıcaklık karnınızda dolaşırken size güç vermek ve dünyayı, sizi de anında içine çekiveren şikayet ve mücadele gibi can sıkıcı ayrıntılarla dolu bir yer olmaktan çıkarmakla kalmayıp, mesafeye bağlı olarak büyüyen, mesafe kısaldıkça yoğunluğunu ve etkisini yitiren bir gölgeyi andıran ve daha da genişleyebilecek kapasitede olan devasa bir zevk denizi haline sokabilir, sabaha kadar içilen 30.biranın, 10.viskinin ve dam tepeleri, çatılar, kilerler gibi, enerjinin artmadığı, aksine eksildiği yerlerde içilen vermutların ardından içtikçe artan sahte bir güç kazanırsınız, işte bu sahte güç eksilebilir bir güçtür. – şlop, sabah kalktığında bir cesettir artık adam, bar ve salonların kahverengi kasvetli, dünyanın en ürkütücü boşluk hissini uyandırır, sinir uçları yavaş yavaş duyarlılığını kaybeder, parmaklarda, ellerde felç başlar – bir zamanlar sevimli bir bebek olan insanoğlunun, şehirlerin ürpertici sürrealist gecelerinde, unutulmuş yüzler, saçılan paralar, savrulup atılan yiyecekler, içkiler, içkiler, içkiler ve ağızlara sakız olan binlerce muhabbet konusu karşısında dehşet içinde tir tir titreyen bir hayaletten şarkı kalmamıştır artık…’’
Jim Morrison - Kertenkele Kral
KUYRUKLU YILDIZDAN DÜŞEN KERTENKELE KRAL
Kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı Jim Morrison’ um. 1943’ te Melbourne Florida’ ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. Yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an ölümü ilk keşfettiğim andı. Altı yaşındaydım, New Mexico’ da aile gezisindeydik. Ben, annem, babam, büyükbabam, büyükannem, tam bir aile gezisi…
Bir kamyon dolusu Kızılderili başka bir kamyona ya da başka bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün yola dağılmıştı, kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam neler olduğuna bakmak için arabadan indiler. Ben daha çocuktum, arabada beklemem gerekiyordu. Tek gördüğüm şey, kan ve yerde yatan insanlardı. Ama garip bir şey olduğuna eminim çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum. Yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmedikleri fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım. Bu korkuyla birlikte etrafta koşuşturan Kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip benim ruhuma girdiler. Annem ve babam ise beni yatıştırmak için ‘’kötü bir rüya, sadece kötü bir rüya’’ demekle yetiniyorlardı.
O günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. Her zaman daha fazlasını görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ‘’ötekilere’’ zarif dokunuşlar yapmamı sağladı.
Beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım, onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. Hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. Gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm.
Lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. Şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. Geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. Ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi…
Şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. İşte bu yüzden seviyorum şiiri sonu olmadığı için. İnsanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. Bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler şiirler ve şarkılardır. Kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. Ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı sanatı devam edecektir.
İngiliz Blake, Fransız Baudelaire ve Rimbaud duyguların kara örtülerinin içine beni zarifçe soktular. Bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğum başladı. Karanlığa o kadar uzun zaman boyunca baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım. Seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. Ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. Düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım.
Ben deri ceketli Rimbaud’ um. Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. Özgür hareket, davranış… Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. Sonuç yok, sebep yok. Yönlendirilmemiş, özgür eylem. Eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünürler ve huzursuz olurlar ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.
Aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. Herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. İnsanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğmemeli. Kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır çünkü bir kuralı yıkma isteğini yaratan tek şey kuralın varlığıdır. Eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz. Ben, bireyi sosyal kontrol altına almak isteyen kapalı zihniyetli toplumlara karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. Hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir yandan da dünyanın geriye kalanını eğlendiriyorum. Hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. Nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. Çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. Algıların ötesine geçmek istiyorum. Aldous Huxley’ den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığını ancak alkol ve lsd’ nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. William Blake’ de beş duyunun mükemmel derecede gelişip, açılana dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylüyordu.
Duyular ruhun pencereleridir…
Artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. Batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor sadece. Duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu, bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. Ama kurallar ve yasaklar ruhun sonsuz keşfi yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. Eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapman gerekenin her zaman algılarını özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın.
Tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. Bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şarkılar, şovlar, sinemalar verirler. Sanat yoluyla kafamızı karıştırır ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. Sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. Karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. Farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. Sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. Özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. Sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır…
Ben de yoğunlaşmanın sınırlarını denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. Kaybolmuş cenneti arıyordum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni anlamasını beklemiyordum. Algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı Şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. Ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu. Kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine…
Hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum… Aslına bakarsanız pekte umurumda değil. Sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. Bilinen ile bilinmeyenler arasındaki kapılara her dokunuşum ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti… Yükseliyordum, katman değiştiriyordum…
Mutlak muğlak…
Her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum.
Görüntünün ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. Gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. Hep bir şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte imajlardan kurtulmam gerekiyor. Belki ölü taklidi yaparak Havai’ ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey… Ne fark eder ki…
Tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire…
Her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. Kusursuz ve arzu dolu sona… Algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. Alevlerin akışını hissediyorum. Titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha da özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. Kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. Sürtünme bedenimi kavrıyor. Parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaş ve zarifçe enerjiye dönüşüyorum. Sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum.
Bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra… Ansızın bir patlama ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar…
Yalın İnce
Norman Mailer - Sert Erkekler Dans Etmez
SERT ERKEKLER DANS ETMEZ
Sert erkekler dans etmez, mecbur kaldıklarında bile ve kimse onları bir şeyi yapmaya mecbur bırakamaz. Savaşa kendi isteğimle gitmiştim, yine kendi isteğimle edebiyat yerine uzay mühendisliği okudum. Hepsini ben seçtim, zorlamalara gelemem.
Utangaçlığın yanından bile geçmem, girişkenim, risk almaya bayılırım, sözümü asla esirgemem, fevrilikle suçlarlar beni, inkar edemem sert ve maço biriyim. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben seçiyorum.
Hata yapmaktan korkmam, cesur ve zeki bir adamın kısık sesli eleştirilere kulak asmaması gerektiğine inanırım. Bir tepki, eleştiri alev topu gibi olmalı, yumruk ya yıkmalı yada hiç olmamalı, çakmak cebini doldurmayacak yergilere pey vermem.
Bildiklerini ve inandıklarını bağıra çağıra haykırmalı insan, dışlanmaktan ve hor görülmekten çekinmemeli, benim gibi fırça atabilmeli bazen, bir ağız dolusu lafı bir çırpıda ama çokça düşünerek kılıç gibi savurmalı.
Savaşmayı da sevişmeyi de severdim. 1943’te Filipinler’de Amerikan Ordusunda görev yapıyordum. Savaşın ne onulmaz yaralar açabildiğini bizzat gördüm. Sıcak çarpışmalara çok katıldığımı söyleyemem, aşçılık yapıyordum genelde, ara sıra da silah tutuyordu elim. Öldürmeye yakındım ama bunu yapmadım. 20 yaşımdaydım, kanın kokusunu, ölüm korkusunu ve öldürme güdüsünü hiç tanımıyordum. Bir ateşle savaşa gidivermiştik. Savaşın insanoğlunun en utanılası icadı olduğu çıplak ve ölü bedenleri seyrederken anladım. Artık sadece sevişmeyi seviyorum.
Savaş sonrası bir kitap yazdım. 25 yaşındaydım. 13 askerin ölüm kalım öyküsünü anlattım. Tam 748 sayfa. Kitabı okumak yazmaktan daha zorluydu nerdeyse.
Tam bir savaş. Adı Çıplak ve Ölü’ydü, gördüğüm tüm sefil olmuş bedenler gibi…
Ve şöhret, bir anda geldi, hiç beklemezken, birden bire, insanlar bu ansiklopedi kalınlığındaki kitabı okumaktan korkmamışlardı. Çok okundu, çok sattı, savaş üzerine yazılmış romanlar arasında en iyilerden biri olarak gösterildi. Öyleydi tabi, elbette öyleydi çünkü ben yazmıştım, Norman Mailer yazmıştı. Kendimi sadece dönemimin yazarlarıyla kıyaslamam, bana yetmez, benim rakibim Dostoyevski ve Tolstoy’dur.
Zaten bana göre edebiyat rekabet dolu bir spor, ama ben bunu kabul edebilen tek kişiyim, iyi bir romanı her zaman bir yarışmacı ruhuyla okurum. Ben anlatsaydım nasıl daha iyi yazabilirdim diye düşünürüm ve bazen romanlarda beğendiğim bölümleri konuyu hiç değiştirmeden kendi cümlelerimle yazarım, sadece pratik için ve sonuç genelde daha iyi olur.
Beni kibirli olmakla itham edeceksiniz değil mi… Ama benim kibrim ortalama bir Amerikalının kendi ülkesiyle ilgili kibriyle karşılaştırıldığında hiçbir şey. Amerika’da erkekliğimizi her altı dakikada bir doğrulamamız gerekiyor. Ne kadar büyük bir ulus olduğumuzdan emin miyiz diye sürekli kendimizi kontrol halindeyiz çünkü bir parçamız bunun doğru olduğuna inanmıyor. İşimiz gücümüz kendimizi övmek ve yüceltmek. İş, adam akıllı eleştiriye, yanlışların açığa çıkarılmasına geldiğinde o gözü pek kibirli insanların sesleri balon ağzı gibi viyaklayarak büzülüyor. Hani nerde sizin kibriniz ve cesaretiniz…
Bana göre iki tip cesur adam vardır; biri doğuşunun, doğasının gereği cesur olan, diğeri ise umudunu hiç yitirmeyen, ben ikisi birdenim. Ve cesaret özgürlük aşkıyla beslenir, özgürlük ise hiçbir zaman idmansız bırakılmaya gelmez. Önce kendine vatansever diyenler kızacak sonrada feministler ama konuşma, ifade özgürlüğü penise benzer kullanmadıkça küçülür. Bu ülkede yaşayanların bir çoğu artık ya iktidarsız yada sözde ahlak bekçisi. Ama gerçek cesareti aramaya kalkma, pek bulamazsın…
İş yazmaya gelince iddialıyımdır. Hemen hemen her konuda yazabilirim. Yazı adına farklı alanlara hakimimdir. Mesela kendimi roman yazacak havada hissetmediğimde gazetecilik alanında çalışırım. Hem de o bildiğiniz yorumsuz gazeteciler gibi değil, fikrimi ve saffımı ifade ederim. Objektif bir haber ileticiliği değildir benim gazetecilikten anladığım. Haksız gördüğümü sonuna kadar eleştiririm ve doğru bildiğimin tarafında dururum. Gazetecilikten sıkılınca da romana atlarım tekrar. Bazen ikisini bir arada yaptığım da olur. Ama yinede itiraf etmem gerekirse romanlar esas ihtiraslarımdır. Bir roman yazdığınızda, yaşamda sanatsal bir manifesto peşindesiniz demektir. Hayat böyle deyip, geçebilirsiniz, Ama konu, romanın en büyük düşmanıdır. Çözümü olmayan konular çok ilgimi çeker çünkü hayat tam da böyledir.
Savaş üzerine yazdım, Tanrı üzerine de, hatta Hitler’i bile anlattım. Tanrıya inancım sonsuzdur ama dinleri kale almam. Her türlü şeyi yazabilirim. Hz. İsa’nın öyküsünü de anlattım. Şimdiye kadar en berbat anlatılan hikayelerden biridir İsa’nın hikayesi. En iyisini ancak ben yazabilirdim ve işe koyuldum. İş bitince de dediğim gibi yanılmamıştım, en iyisini ben yazdım. Kızmayın, kibir değil, özgüven…
Bir yanım vardır ki hep insanların, hayatın içinde olmak ister Whitman gibi, onlardan biri olmak, aralarına karışmak farklılık yaratmadan, diğer yanım ise her şeyden ve herkesten uzaklaşmak ister, Salinger gibi, tek ve hür olmak, sadece yazmak ister. Yıllar geçtikçe olayların gelişimine göre hangi yanımın sesini dinleyeceğimi, hangisine ne zaman eğileceğimi öğrendim.
İflah olmaz bir serseriyim, bu doğru. Ama fütursuzca serserilik yapılmasına kızarım. Her şey kendi koyduğum kuralların etrafında döner. Tartışmaya, kavgaya, gerilim yaratmaya bayılırım. Sonuca yönelik olduklarında insanların vahşi yüzünü gösterir ve doğruları ortaya çıkarır. Bir edebiyat partisinde Truman Capote’yi dövmeye kalkıştığımı söylerler hep, öylesine hırçın ve huysuzmuşum. Alakası yok, sadece zinde olup olmadığını bir yoklayayım dedim. Başka bir partide de karılarımdan birini bıçaklamıştım, istemeden oldu. Damarıma bastı, bende pek düşünmedim, önce eylem vardı sonrada sonuçları.
Sıkı içerim ve fena halde yazarım. Politikayla da çok yakından ilgilenmişimdir. New York Belediye Başkanlığına adaylığımı koymuştum. Ama seçim yarışını kazanamadım. Sonra da anladım ki, iyi, büyük bir roman yazmak ne kadar güçse, toplumu değiştirmek bin kat daha güç. Bu yüzden artık politika beni bir zamanlar olduğu kadar ilgilendirmiyor. Ateşimi, heyecanımı, ihtiraslarımı romana vermeye karar verdim.
Bir katilin hikayesini demir parmaklıklar ardından bizzat kendi ağzından öğrenerek anlattım. Romanlar yazdım, gazetecilik yaptım, oyunlar yazdım ve sahneledim, Hollywood’da senaryolar yazdım, film bile çektim. Kendimi ifade edebileceğim ve içinde yazı olan her işe bulaştım. Derdi olan ve bunu cesaretle, samimiyetle haykıran herkese destek veririm. Adına fetva çıkarılan Salman Rushdie’yi desteklemek için kurulan derneğe tam destek verdim.
Romanlarım içerdiği cinsellik sebebiyle defalarca reddedildi. Amerikan toplumunda şiddetin, histerinin, seksin ve suçun ne hale geldiğini açık ve sertçe yazarım, ister reddetsinler, ister yasaklasınlar, nasıl olsa onları yayınlatmanın bir yolunu bulurum. Öyle yada böyle kocaman bir buzulun ortasında buzları kıra döke ilerleyen, parçalayan bir gemiyim. Çizikler canımı yakmaz, devam etmesini bilirim.
Verilen unvanlara yada ödüllere genelde pek kulak asmam ama iki kere Pulitzer Ödülünü almam da bir rastlantı değil elbette. Bir keresinde de yazdığım bir roman hakkında Ernest Hemingway’a görüşlerini bildirmesini istediğim bir mektup yazmıştım. Kendimi öylesine kaybetmişim ki bariz meydan okumuşum. Asıl isteğimin fikirleri değil yeni bir roman yazdığımdan haberdar olmasıydı galiba. Gümbür gümbür geldiğimi herkesin duymasını istiyordum.
Kadınlar bana fena halde kızıyor, bense gülüp geçiyorum. Hayatım onları sevmekle geçti. Ama lafımı da asla esirgemedim.
Günlük yaşamda daha az agresifim ama tamamen kaybolacağını sanmıyorum.Altı kez evlendim. Kayıtlı sekiz çocuğum var. Kadınlarla uzun maceramda hiç mola vermedim. Hiç onlarsız kalmadım ve böylece hiçbir zaman huzur bulamadım.
Bir ömür boyu bolca kadınla takılmak iyi hoşta, paranı yazarlıktan kazanıyorsan eğer baya bir yazman gerekiyor…
YALIN İNCE
Sert erkekler dans etmez, mecbur kaldıklarında bile ve kimse onları bir şeyi yapmaya mecbur bırakamaz. Savaşa kendi isteğimle gitmiştim, yine kendi isteğimle edebiyat yerine uzay mühendisliği okudum. Hepsini ben seçtim, zorlamalara gelemem.
Utangaçlığın yanından bile geçmem, girişkenim, risk almaya bayılırım, sözümü asla esirgemem, fevrilikle suçlarlar beni, inkar edemem sert ve maço biriyim. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben seçiyorum.
Hata yapmaktan korkmam, cesur ve zeki bir adamın kısık sesli eleştirilere kulak asmaması gerektiğine inanırım. Bir tepki, eleştiri alev topu gibi olmalı, yumruk ya yıkmalı yada hiç olmamalı, çakmak cebini doldurmayacak yergilere pey vermem.
Bildiklerini ve inandıklarını bağıra çağıra haykırmalı insan, dışlanmaktan ve hor görülmekten çekinmemeli, benim gibi fırça atabilmeli bazen, bir ağız dolusu lafı bir çırpıda ama çokça düşünerek kılıç gibi savurmalı.
Savaşmayı da sevişmeyi de severdim. 1943’te Filipinler’de Amerikan Ordusunda görev yapıyordum. Savaşın ne onulmaz yaralar açabildiğini bizzat gördüm. Sıcak çarpışmalara çok katıldığımı söyleyemem, aşçılık yapıyordum genelde, ara sıra da silah tutuyordu elim. Öldürmeye yakındım ama bunu yapmadım. 20 yaşımdaydım, kanın kokusunu, ölüm korkusunu ve öldürme güdüsünü hiç tanımıyordum. Bir ateşle savaşa gidivermiştik. Savaşın insanoğlunun en utanılası icadı olduğu çıplak ve ölü bedenleri seyrederken anladım. Artık sadece sevişmeyi seviyorum.
Savaş sonrası bir kitap yazdım. 25 yaşındaydım. 13 askerin ölüm kalım öyküsünü anlattım. Tam 748 sayfa. Kitabı okumak yazmaktan daha zorluydu nerdeyse.
Tam bir savaş. Adı Çıplak ve Ölü’ydü, gördüğüm tüm sefil olmuş bedenler gibi…
Ve şöhret, bir anda geldi, hiç beklemezken, birden bire, insanlar bu ansiklopedi kalınlığındaki kitabı okumaktan korkmamışlardı. Çok okundu, çok sattı, savaş üzerine yazılmış romanlar arasında en iyilerden biri olarak gösterildi. Öyleydi tabi, elbette öyleydi çünkü ben yazmıştım, Norman Mailer yazmıştı. Kendimi sadece dönemimin yazarlarıyla kıyaslamam, bana yetmez, benim rakibim Dostoyevski ve Tolstoy’dur.
Zaten bana göre edebiyat rekabet dolu bir spor, ama ben bunu kabul edebilen tek kişiyim, iyi bir romanı her zaman bir yarışmacı ruhuyla okurum. Ben anlatsaydım nasıl daha iyi yazabilirdim diye düşünürüm ve bazen romanlarda beğendiğim bölümleri konuyu hiç değiştirmeden kendi cümlelerimle yazarım, sadece pratik için ve sonuç genelde daha iyi olur.
Beni kibirli olmakla itham edeceksiniz değil mi… Ama benim kibrim ortalama bir Amerikalının kendi ülkesiyle ilgili kibriyle karşılaştırıldığında hiçbir şey. Amerika’da erkekliğimizi her altı dakikada bir doğrulamamız gerekiyor. Ne kadar büyük bir ulus olduğumuzdan emin miyiz diye sürekli kendimizi kontrol halindeyiz çünkü bir parçamız bunun doğru olduğuna inanmıyor. İşimiz gücümüz kendimizi övmek ve yüceltmek. İş, adam akıllı eleştiriye, yanlışların açığa çıkarılmasına geldiğinde o gözü pek kibirli insanların sesleri balon ağzı gibi viyaklayarak büzülüyor. Hani nerde sizin kibriniz ve cesaretiniz…
Bana göre iki tip cesur adam vardır; biri doğuşunun, doğasının gereği cesur olan, diğeri ise umudunu hiç yitirmeyen, ben ikisi birdenim. Ve cesaret özgürlük aşkıyla beslenir, özgürlük ise hiçbir zaman idmansız bırakılmaya gelmez. Önce kendine vatansever diyenler kızacak sonrada feministler ama konuşma, ifade özgürlüğü penise benzer kullanmadıkça küçülür. Bu ülkede yaşayanların bir çoğu artık ya iktidarsız yada sözde ahlak bekçisi. Ama gerçek cesareti aramaya kalkma, pek bulamazsın…
İş yazmaya gelince iddialıyımdır. Hemen hemen her konuda yazabilirim. Yazı adına farklı alanlara hakimimdir. Mesela kendimi roman yazacak havada hissetmediğimde gazetecilik alanında çalışırım. Hem de o bildiğiniz yorumsuz gazeteciler gibi değil, fikrimi ve saffımı ifade ederim. Objektif bir haber ileticiliği değildir benim gazetecilikten anladığım. Haksız gördüğümü sonuna kadar eleştiririm ve doğru bildiğimin tarafında dururum. Gazetecilikten sıkılınca da romana atlarım tekrar. Bazen ikisini bir arada yaptığım da olur. Ama yinede itiraf etmem gerekirse romanlar esas ihtiraslarımdır. Bir roman yazdığınızda, yaşamda sanatsal bir manifesto peşindesiniz demektir. Hayat böyle deyip, geçebilirsiniz, Ama konu, romanın en büyük düşmanıdır. Çözümü olmayan konular çok ilgimi çeker çünkü hayat tam da böyledir.
Savaş üzerine yazdım, Tanrı üzerine de, hatta Hitler’i bile anlattım. Tanrıya inancım sonsuzdur ama dinleri kale almam. Her türlü şeyi yazabilirim. Hz. İsa’nın öyküsünü de anlattım. Şimdiye kadar en berbat anlatılan hikayelerden biridir İsa’nın hikayesi. En iyisini ancak ben yazabilirdim ve işe koyuldum. İş bitince de dediğim gibi yanılmamıştım, en iyisini ben yazdım. Kızmayın, kibir değil, özgüven…
Bir yanım vardır ki hep insanların, hayatın içinde olmak ister Whitman gibi, onlardan biri olmak, aralarına karışmak farklılık yaratmadan, diğer yanım ise her şeyden ve herkesten uzaklaşmak ister, Salinger gibi, tek ve hür olmak, sadece yazmak ister. Yıllar geçtikçe olayların gelişimine göre hangi yanımın sesini dinleyeceğimi, hangisine ne zaman eğileceğimi öğrendim.
İflah olmaz bir serseriyim, bu doğru. Ama fütursuzca serserilik yapılmasına kızarım. Her şey kendi koyduğum kuralların etrafında döner. Tartışmaya, kavgaya, gerilim yaratmaya bayılırım. Sonuca yönelik olduklarında insanların vahşi yüzünü gösterir ve doğruları ortaya çıkarır. Bir edebiyat partisinde Truman Capote’yi dövmeye kalkıştığımı söylerler hep, öylesine hırçın ve huysuzmuşum. Alakası yok, sadece zinde olup olmadığını bir yoklayayım dedim. Başka bir partide de karılarımdan birini bıçaklamıştım, istemeden oldu. Damarıma bastı, bende pek düşünmedim, önce eylem vardı sonrada sonuçları.
Sıkı içerim ve fena halde yazarım. Politikayla da çok yakından ilgilenmişimdir. New York Belediye Başkanlığına adaylığımı koymuştum. Ama seçim yarışını kazanamadım. Sonra da anladım ki, iyi, büyük bir roman yazmak ne kadar güçse, toplumu değiştirmek bin kat daha güç. Bu yüzden artık politika beni bir zamanlar olduğu kadar ilgilendirmiyor. Ateşimi, heyecanımı, ihtiraslarımı romana vermeye karar verdim.
Bir katilin hikayesini demir parmaklıklar ardından bizzat kendi ağzından öğrenerek anlattım. Romanlar yazdım, gazetecilik yaptım, oyunlar yazdım ve sahneledim, Hollywood’da senaryolar yazdım, film bile çektim. Kendimi ifade edebileceğim ve içinde yazı olan her işe bulaştım. Derdi olan ve bunu cesaretle, samimiyetle haykıran herkese destek veririm. Adına fetva çıkarılan Salman Rushdie’yi desteklemek için kurulan derneğe tam destek verdim.
Romanlarım içerdiği cinsellik sebebiyle defalarca reddedildi. Amerikan toplumunda şiddetin, histerinin, seksin ve suçun ne hale geldiğini açık ve sertçe yazarım, ister reddetsinler, ister yasaklasınlar, nasıl olsa onları yayınlatmanın bir yolunu bulurum. Öyle yada böyle kocaman bir buzulun ortasında buzları kıra döke ilerleyen, parçalayan bir gemiyim. Çizikler canımı yakmaz, devam etmesini bilirim.
Verilen unvanlara yada ödüllere genelde pek kulak asmam ama iki kere Pulitzer Ödülünü almam da bir rastlantı değil elbette. Bir keresinde de yazdığım bir roman hakkında Ernest Hemingway’a görüşlerini bildirmesini istediğim bir mektup yazmıştım. Kendimi öylesine kaybetmişim ki bariz meydan okumuşum. Asıl isteğimin fikirleri değil yeni bir roman yazdığımdan haberdar olmasıydı galiba. Gümbür gümbür geldiğimi herkesin duymasını istiyordum.
Kadınlar bana fena halde kızıyor, bense gülüp geçiyorum. Hayatım onları sevmekle geçti. Ama lafımı da asla esirgemedim.
Günlük yaşamda daha az agresifim ama tamamen kaybolacağını sanmıyorum.Altı kez evlendim. Kayıtlı sekiz çocuğum var. Kadınlarla uzun maceramda hiç mola vermedim. Hiç onlarsız kalmadım ve böylece hiçbir zaman huzur bulamadım.
Bir ömür boyu bolca kadınla takılmak iyi hoşta, paranı yazarlıktan kazanıyorsan eğer baya bir yazman gerekiyor…
YALIN İNCE
Nelson Algren - Muhalif, Serseri ve Aşık
MUHALİF, SERSERİ VE AŞIK
‘’Bekar olmayı tavsiye etmem ama yazmak istiyorsanız işe yarıyor.’’
Sana katıldığımı itiraf etmeliyim. Çoğuna anlamsız gelse de bilen bilir. Her istediğinde başını alıp gidebilen, nerde akşam orda sabahı edebilen, hükümsüz olabilen daha iyi yazabilir, yalnızdır nihayetinde, kendi kendisini efendisidir. Acılarını yoğurmayı ve onlardan hikayeler anlatan heykelcikler yapmayı iyi becerirler, kiline göz yaşı ve mürekkep kattıkları, kıvrımlarını yalnızlıkla sıyırdıkları heykelcikler…
Her neyse… Sen nasılsın? Babanın oto tamirhanesinden kaytararak annenin şekerleme dükkanından aşırdığın günler artık çok geride kaldı değil mi dostum. Mutlu aile tabloları artık yok. Aslında sen de pek bayılmazdın öyle değil mi, üniversite biter bitmez pılı pırtıyı toplayıp güneye doğru yola koyulmuştun, Jack ve Neal gibi…
Gazeteci olmak istiyordun ama kapı kapı gezip seyyar satıcılık yapıyordun. Ama belki de seni sen yapan o en boş vermiş günlerin, Texas’taki benzin istasyonunda yaşadığın günlerdi. Tam zamanlı pompacı, yarı zamanlı yazar Nelson Algren. Hala daha kulağa sıyrık geliyor dostum.
Yıl 1933 yada 34’tü, notlarına doğru düzgün yazmamışsın. Baktıkça kafam karışıyor ama konuya dönelim. İkisinden biriydi, ilk romanını yazabilmek için daktilo çalmıştın ve seni bir ay içeri tıkmışlardı. Yazanları hep tıkarlar dert etme, romanı bitirdin ya iyi tarafına bakalım.
İlk roman sana biraz para, az buçuk tanınırlık bir de kadın hediye etmişti. Adına verilen kutlama partisinde Amanda’yla tanıştın, ilk karınla. Önce evlendin, sonra boşandın, sonra yine evlendin ve yine boşandın. Anlaşılan kafanız baya karışıkmış dostum. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda görev aldın. Bunu neden yaptığı bence sen de bilmiyordun.
Yıl 1947. 39 yaşındaydın, o yıl Amerika’da Simone’la tanıştın. Yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum, sadece bu. Birlikte Latin Amerika’yı dolaştınız, sonra Fransa’ya gidip Jean-Paul’le tanıştın. Jean-Paul, Simone’la birlikte olmana aldırış etmeden kitaplarının Fransızcaya çevrilmesinde sana yardımcı bile oldu.
Yıl 1949’du. Bir yıl sonra benim babam doğacaktı sense 41 yaşındaydın. Dedemle yaşıttın. Büyük çıkışını Altın Kollu Adam romanınla gerçekleştirdin. Kitabın başarısıyla yönetmen Otto Preminger romanı filme çekmek istedi.
Önceleri kabul ettin ama birlikte çalışmaya başlayınca uyum sağlayamadınız, romanın film haklarını geri alabilmek için adama dava bile açmıştın hatırlasana, ama her şey tam istediğin gibi olmadı işte. Film artık Otto’nundu.
Başrol için Marlon Brando kararsız kalırken Frank Sinatra rolü aldı. Babam 7 yaşındaydı ve belki de ilk izlediği filmlerden biri de Altın Kollu Adam’dı. Frank Sinatra’yı bu yüzden seviyor olabilir.
Anlayışsızlar ordusunun dudakları arasından tükürük gibi sıçrayan onca içeriksiz saldırıya karşı durmayı, ters olmayı, nehre düşsen akıntıya karşı yüzmeyi iyi becerirdin. Bir tenis maçını seyre dalan yüzlerce insanın mekanik itaatkarlığı bile canını sıkmaya yeterdi. Kapitalist düzenin her sabah kumpasa getirip uyandırdığı, köle gibi çalıştırıp her akşam da keten pereye düşürüp uyuttuğu, boyuna aldattığı, zavallı insancıkların, kaybedenlerin, haksızlığa uğrayıp sömürülenlerin safında durmayı tercih ediyordun. Yalakların başını riyakar domuzlar tuttuysa eğer susuz kalmayı yeğlerdin. Her daim muhalif olmanın hep yalnız kalmak ve dışlanmak anlamına geldiğini bende senin kadar iyi bilirim. Bedellere hazır olmanın gerekliliğini de…
48 yaşındaydın. Yabanda Gezinti acayip tuttu. Tutunamayanların, kaybedenlerin hayatlarını kara mizahını konuşturarak anlattın. Fahişeler, pezevenkler, keşler, alkolikler.... Hayatları boyunca bir kez olsun zora düşmeyen insanlar insanlıklarını bir adım yükseltemezken kaybedenler bazen öylesine insani gelişimler kaydediyorlardı ki, kayıtsız kalmak, onların hayatlarını anlatmamak olmazdı. Sen de baya bir iyi anlatıyordun. Hemingway’den övgüleri topluyordun.
Kitabın film haklarını satınca baya iyi para yaptın ama acayip bir hızla hepsini tükettin. Parasız kaldın, eleştirilerde gittikçe sertleşiyordu. Depresyona girdin, bir süre hastaneye yatırdılar seni. İntihara bile kalkıştın. Senin gibi hayata sımsıkı bağlı bir adam, nasıl oldu da… Neyse dostum, dünya garip bir muamma öyle değil mi. Olabilir işte, bazen herkes ne yapacağını şaşırabilir, çaresiz kalabilir, en son yapacağı şeyi en başta yapabilir. İnsanız işte, bu da hayat, daha önce hiç gelmedik ki böyle bir yere, tecrübesiziz işte, kullanma kılavuzumuz falan da yok, n'aparsın. Hayatın içinde bu da var.
Sinirli ve umutsuz zamanlarında, şu mavi, yeşil, kahverengi dünya için beslenen tüm sevgi, yüreğinin çalısından kalkan toz gibi uçup gidiyordu. Ruhun kum fırtınalarında tozdan eller tarafından hoyratça sarsılıyordu böyle anlarda. Kitabı sadece 750 tane satınca kötü hissediyor değil mi insan. İş intihara ile gidebiliyor demek Nelson…Ama sana bir dost tavsiyesi, bunun için değmezdi… Bir kitap için değmezdi inan…
Dünyevi aptallıklarla yüklü zayıf erkeklerin, kadınlığı etinden ibaret sanan kadınların bol paralı ve vahşi dünyalarına sokup sokuşturmaya devam, dostum. Sen ölmüş olsan bile devam… Vatansız bırakılmış yağız tenli sıska orman yalnızlarındanız, emeği kavgaya, kavgayı içmeye, kadın kovalamayı hem içmeye hem de kavgaya yeğ tutan efendisizleriz.
İnsanlar öylesine aç ve çaresizdiler ki üç kuruş para için bazen de karın tokluğuna kendilerini bu hale getiren düzen için sabah akşam çalışıyorlardı. Onlar çalıştıkça düzen güçleniyor, düzen güçlendikçe de onları daha da fazla eziyordu. Böylece çok daha fazla çalışıp daha da fakirleşiyorlardı. Sömürü, durup nefes almaya, düşünüp karar vermeye fırsat tanımayacak denli hızlıydı. Hepsinden daha acısı hayatlarının dehşetengiz yalnızlığıyla zehir saçan altın şehrin kapılarına doğru sürükleniyorlardı. Zengin şehirlerde ne kadar fazla sefalet çeken insan olursa o kadar fazla kaymak yiyebilen oluyordu çünkü. Sen bunları görüyordun ve yazıyordun. Devlet de sana kıl oluyor, hakkında soruşturmalar, dosyalar açılıyordu. FBI’da adına düzenlenmiş 500 dosya vardı dostum. Ama doğru yapıyordun, birileri çıkıp emeğin alnına bu dikenli tacı taktırmamalıydı, insanlığın altın çarmıha gerilmesine izin vermemeliydi. İnançla doğan güçlü sabahların ışıklarıyla uyanan, yalınayak ve gurur içinde cesurca yürüyen insanlara ihtiyaç vardı.
Onlardan biri de Edward Dmytryk’ti, adamın soyadında bir tane bile sesli harf yok. Garip bir adam, kesin yönetmendir. Hollywood’un hapse atılan meşhur on muhalif yönetmenlerinden biridir hatta. Doğruların bilinmesini isteyenlerden, ama doğrular devletlerin hiçbir zaman işine gelmez elbette.
Daha fazla anlatmayayım, Yabanda Gezinti’ yi çekmişti ya hatırlasana…
Hatta senaryosunu da John Fante yazmıştı, tozların içinde kaybolan aşkını arayan adam… Lou Reed’de parça yapmıştı. A Walk On The Wild Side… Şimdiler de hala barlar da çalar, gençler bayılıyor hala… Ben de seni hatırlıyorum dostum…
Yıl 1965. 57’yi devirdin. Betty Ann’le evlendin. Fena hatun sayılmazdı, iki yıl sonra boşandın. Üniversitelerde yaratıcı yazı hakkında dersler veriyordun ama fena halde içki içiyordun, bari kumar oynamasaydın. Kendini yok etme projene son hızla devam ediyordun. Yazmaya ve kendini öldürmeye devam ettin. Simone’u da unutamadın galiba. Bravo. Kalbinin seni 73 yaşına kadar taşımış olması göz ardı edilemeyecek bir başarı sayılır.
Ama laf aramızda onu unutamadın değil mi, evlenme teklifini reddettikten sonra…
Sorun sende değildi dostum, sen sadece yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kadınlaydın sadece, hepsi bu.
Hayat böyledir işte. Kadınlar varlarını yoklarını bir erkeğin peşinden koşarak harcamaya bayılırlar. Sevgiye ihtiyaçları yada aşksız yapamamaları falan tamamen teferruat. Asıl olan içlerinde olup bitenler işte. Çok az insan vardır ki onların içlerine inip orayı anlayabilsin, anlatabilsin. Bana sorarsan vakit kaybı ayrıca. Sen ne kadar seversen sev, kadın sevmediğinin gözünün yaşına bir an olsun bakmaz. Dedim ya sorun sende değil, takılmana bak.
Kalbinin kırıklıklarını sonradan mektuplarla düzeltmeye çalışan kadınlardan da korkmalısın, en az onlar kadar zeki olmalısın.
Aklından zoru olanların deneylerine kurban gitmeye değmez dostum. İki kişi varken üçüncü her zaman nal toplar, bunu unutma.
Kadınlara dikkat et. Nazlılıkları artıyorsa doygun hale geliyorlar demektir. Sevgileri azalıyor, istekleri artıyor demektir. Naz yapan bir kadına dikkat et ki –bunu tüm şeytani dişiliğinle yapacaktır. Keyfini çıkar ama kendini de kaybetme, boğulursun.
Bana kalırsa dert etmeye değmez. Sende yanlış yada eksik bir şey yok. Hayat böyle işte, garip bir muamma. Dedim ya sen sadece yanlış zamanda yanlış yerde ve yanlış kadınlaydın. Reddedildin evet, aşkına istediğin gibi karşılık bulamadın, bir başkasına tercih edildin, bunların hepsi gerçek. Ama dedim ya kafana takma dostum. Hayat ve kadınlar fena halde birbirlerine benzer. Sen onları umursamadığında peşindedirler ve peşlerine düştüğünde yokturlar işte.
Sen sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum. Boris Vian’ın dediklerini hatırla. Ve bence bir viski aç ve biraz caz dinle. Bir kulübe git, arkadaşlarınla sohbet et. Güzel kadınlara bak, sana bakışlarından keyif al. Yanlarına git yada yanına gelmelerini sağla. Eğlen ve keyfine bak. İnan hayatta kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler var. Karl Klause’a kulak ver biraz. Bir kadın olmadan yaşanmayacağı doğru değil, bir kadın olmadan yaşanmış olunmaz sadece… Ne onlarla ne de onlarsız kısacası. Ama dedim ya kafana takma. Bir sigara yak, dumanı ciğerlerinde dolaşırken bir yudum daha viski çek. Kulaklarına müzik doldur ve o harikulade yaratıkların kahkahalarıyla sarhoş ol. Öp onları, mutlu et, seviş ve mutlu ol. Kim anladı ki sen anlayacaksın. Onları anlamakla vakit geçireceğin kadar onlarla vakit geçir. Sevip sevilmemeye, aşka bu kadar takılma, dedim ya inan bana kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler de var şu muamma dolu garip dünyada. O yüzden barın diğer ucunda senden ateş bekleyen kadını fazla bekletme. Hepsi bu…
YALIN İNCE
‘’Bekar olmayı tavsiye etmem ama yazmak istiyorsanız işe yarıyor.’’
Sana katıldığımı itiraf etmeliyim. Çoğuna anlamsız gelse de bilen bilir. Her istediğinde başını alıp gidebilen, nerde akşam orda sabahı edebilen, hükümsüz olabilen daha iyi yazabilir, yalnızdır nihayetinde, kendi kendisini efendisidir. Acılarını yoğurmayı ve onlardan hikayeler anlatan heykelcikler yapmayı iyi becerirler, kiline göz yaşı ve mürekkep kattıkları, kıvrımlarını yalnızlıkla sıyırdıkları heykelcikler…
Her neyse… Sen nasılsın? Babanın oto tamirhanesinden kaytararak annenin şekerleme dükkanından aşırdığın günler artık çok geride kaldı değil mi dostum. Mutlu aile tabloları artık yok. Aslında sen de pek bayılmazdın öyle değil mi, üniversite biter bitmez pılı pırtıyı toplayıp güneye doğru yola koyulmuştun, Jack ve Neal gibi…
Gazeteci olmak istiyordun ama kapı kapı gezip seyyar satıcılık yapıyordun. Ama belki de seni sen yapan o en boş vermiş günlerin, Texas’taki benzin istasyonunda yaşadığın günlerdi. Tam zamanlı pompacı, yarı zamanlı yazar Nelson Algren. Hala daha kulağa sıyrık geliyor dostum.
Yıl 1933 yada 34’tü, notlarına doğru düzgün yazmamışsın. Baktıkça kafam karışıyor ama konuya dönelim. İkisinden biriydi, ilk romanını yazabilmek için daktilo çalmıştın ve seni bir ay içeri tıkmışlardı. Yazanları hep tıkarlar dert etme, romanı bitirdin ya iyi tarafına bakalım.
İlk roman sana biraz para, az buçuk tanınırlık bir de kadın hediye etmişti. Adına verilen kutlama partisinde Amanda’yla tanıştın, ilk karınla. Önce evlendin, sonra boşandın, sonra yine evlendin ve yine boşandın. Anlaşılan kafanız baya karışıkmış dostum. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda görev aldın. Bunu neden yaptığı bence sen de bilmiyordun.
Yıl 1947. 39 yaşındaydın, o yıl Amerika’da Simone’la tanıştın. Yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum, sadece bu. Birlikte Latin Amerika’yı dolaştınız, sonra Fransa’ya gidip Jean-Paul’le tanıştın. Jean-Paul, Simone’la birlikte olmana aldırış etmeden kitaplarının Fransızcaya çevrilmesinde sana yardımcı bile oldu.
Yıl 1949’du. Bir yıl sonra benim babam doğacaktı sense 41 yaşındaydın. Dedemle yaşıttın. Büyük çıkışını Altın Kollu Adam romanınla gerçekleştirdin. Kitabın başarısıyla yönetmen Otto Preminger romanı filme çekmek istedi.
Önceleri kabul ettin ama birlikte çalışmaya başlayınca uyum sağlayamadınız, romanın film haklarını geri alabilmek için adama dava bile açmıştın hatırlasana, ama her şey tam istediğin gibi olmadı işte. Film artık Otto’nundu.
Başrol için Marlon Brando kararsız kalırken Frank Sinatra rolü aldı. Babam 7 yaşındaydı ve belki de ilk izlediği filmlerden biri de Altın Kollu Adam’dı. Frank Sinatra’yı bu yüzden seviyor olabilir.
Anlayışsızlar ordusunun dudakları arasından tükürük gibi sıçrayan onca içeriksiz saldırıya karşı durmayı, ters olmayı, nehre düşsen akıntıya karşı yüzmeyi iyi becerirdin. Bir tenis maçını seyre dalan yüzlerce insanın mekanik itaatkarlığı bile canını sıkmaya yeterdi. Kapitalist düzenin her sabah kumpasa getirip uyandırdığı, köle gibi çalıştırıp her akşam da keten pereye düşürüp uyuttuğu, boyuna aldattığı, zavallı insancıkların, kaybedenlerin, haksızlığa uğrayıp sömürülenlerin safında durmayı tercih ediyordun. Yalakların başını riyakar domuzlar tuttuysa eğer susuz kalmayı yeğlerdin. Her daim muhalif olmanın hep yalnız kalmak ve dışlanmak anlamına geldiğini bende senin kadar iyi bilirim. Bedellere hazır olmanın gerekliliğini de…
48 yaşındaydın. Yabanda Gezinti acayip tuttu. Tutunamayanların, kaybedenlerin hayatlarını kara mizahını konuşturarak anlattın. Fahişeler, pezevenkler, keşler, alkolikler.... Hayatları boyunca bir kez olsun zora düşmeyen insanlar insanlıklarını bir adım yükseltemezken kaybedenler bazen öylesine insani gelişimler kaydediyorlardı ki, kayıtsız kalmak, onların hayatlarını anlatmamak olmazdı. Sen de baya bir iyi anlatıyordun. Hemingway’den övgüleri topluyordun.
Kitabın film haklarını satınca baya iyi para yaptın ama acayip bir hızla hepsini tükettin. Parasız kaldın, eleştirilerde gittikçe sertleşiyordu. Depresyona girdin, bir süre hastaneye yatırdılar seni. İntihara bile kalkıştın. Senin gibi hayata sımsıkı bağlı bir adam, nasıl oldu da… Neyse dostum, dünya garip bir muamma öyle değil mi. Olabilir işte, bazen herkes ne yapacağını şaşırabilir, çaresiz kalabilir, en son yapacağı şeyi en başta yapabilir. İnsanız işte, bu da hayat, daha önce hiç gelmedik ki böyle bir yere, tecrübesiziz işte, kullanma kılavuzumuz falan da yok, n'aparsın. Hayatın içinde bu da var.
Sinirli ve umutsuz zamanlarında, şu mavi, yeşil, kahverengi dünya için beslenen tüm sevgi, yüreğinin çalısından kalkan toz gibi uçup gidiyordu. Ruhun kum fırtınalarında tozdan eller tarafından hoyratça sarsılıyordu böyle anlarda. Kitabı sadece 750 tane satınca kötü hissediyor değil mi insan. İş intihara ile gidebiliyor demek Nelson…Ama sana bir dost tavsiyesi, bunun için değmezdi… Bir kitap için değmezdi inan…
Dünyevi aptallıklarla yüklü zayıf erkeklerin, kadınlığı etinden ibaret sanan kadınların bol paralı ve vahşi dünyalarına sokup sokuşturmaya devam, dostum. Sen ölmüş olsan bile devam… Vatansız bırakılmış yağız tenli sıska orman yalnızlarındanız, emeği kavgaya, kavgayı içmeye, kadın kovalamayı hem içmeye hem de kavgaya yeğ tutan efendisizleriz.
İnsanlar öylesine aç ve çaresizdiler ki üç kuruş para için bazen de karın tokluğuna kendilerini bu hale getiren düzen için sabah akşam çalışıyorlardı. Onlar çalıştıkça düzen güçleniyor, düzen güçlendikçe de onları daha da fazla eziyordu. Böylece çok daha fazla çalışıp daha da fakirleşiyorlardı. Sömürü, durup nefes almaya, düşünüp karar vermeye fırsat tanımayacak denli hızlıydı. Hepsinden daha acısı hayatlarının dehşetengiz yalnızlığıyla zehir saçan altın şehrin kapılarına doğru sürükleniyorlardı. Zengin şehirlerde ne kadar fazla sefalet çeken insan olursa o kadar fazla kaymak yiyebilen oluyordu çünkü. Sen bunları görüyordun ve yazıyordun. Devlet de sana kıl oluyor, hakkında soruşturmalar, dosyalar açılıyordu. FBI’da adına düzenlenmiş 500 dosya vardı dostum. Ama doğru yapıyordun, birileri çıkıp emeğin alnına bu dikenli tacı taktırmamalıydı, insanlığın altın çarmıha gerilmesine izin vermemeliydi. İnançla doğan güçlü sabahların ışıklarıyla uyanan, yalınayak ve gurur içinde cesurca yürüyen insanlara ihtiyaç vardı.
Onlardan biri de Edward Dmytryk’ti, adamın soyadında bir tane bile sesli harf yok. Garip bir adam, kesin yönetmendir. Hollywood’un hapse atılan meşhur on muhalif yönetmenlerinden biridir hatta. Doğruların bilinmesini isteyenlerden, ama doğrular devletlerin hiçbir zaman işine gelmez elbette.
Daha fazla anlatmayayım, Yabanda Gezinti’ yi çekmişti ya hatırlasana…
Hatta senaryosunu da John Fante yazmıştı, tozların içinde kaybolan aşkını arayan adam… Lou Reed’de parça yapmıştı. A Walk On The Wild Side… Şimdiler de hala barlar da çalar, gençler bayılıyor hala… Ben de seni hatırlıyorum dostum…
Yıl 1965. 57’yi devirdin. Betty Ann’le evlendin. Fena hatun sayılmazdı, iki yıl sonra boşandın. Üniversitelerde yaratıcı yazı hakkında dersler veriyordun ama fena halde içki içiyordun, bari kumar oynamasaydın. Kendini yok etme projene son hızla devam ediyordun. Yazmaya ve kendini öldürmeye devam ettin. Simone’u da unutamadın galiba. Bravo. Kalbinin seni 73 yaşına kadar taşımış olması göz ardı edilemeyecek bir başarı sayılır.
Ama laf aramızda onu unutamadın değil mi, evlenme teklifini reddettikten sonra…
Sorun sende değildi dostum, sen sadece yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış kadınlaydın sadece, hepsi bu.
Hayat böyledir işte. Kadınlar varlarını yoklarını bir erkeğin peşinden koşarak harcamaya bayılırlar. Sevgiye ihtiyaçları yada aşksız yapamamaları falan tamamen teferruat. Asıl olan içlerinde olup bitenler işte. Çok az insan vardır ki onların içlerine inip orayı anlayabilsin, anlatabilsin. Bana sorarsan vakit kaybı ayrıca. Sen ne kadar seversen sev, kadın sevmediğinin gözünün yaşına bir an olsun bakmaz. Dedim ya sorun sende değil, takılmana bak.
Kalbinin kırıklıklarını sonradan mektuplarla düzeltmeye çalışan kadınlardan da korkmalısın, en az onlar kadar zeki olmalısın.
Aklından zoru olanların deneylerine kurban gitmeye değmez dostum. İki kişi varken üçüncü her zaman nal toplar, bunu unutma.
Kadınlara dikkat et. Nazlılıkları artıyorsa doygun hale geliyorlar demektir. Sevgileri azalıyor, istekleri artıyor demektir. Naz yapan bir kadına dikkat et ki –bunu tüm şeytani dişiliğinle yapacaktır. Keyfini çıkar ama kendini de kaybetme, boğulursun.
Bana kalırsa dert etmeye değmez. Sende yanlış yada eksik bir şey yok. Hayat böyle işte, garip bir muamma. Dedim ya sen sadece yanlış zamanda yanlış yerde ve yanlış kadınlaydın. Reddedildin evet, aşkına istediğin gibi karşılık bulamadın, bir başkasına tercih edildin, bunların hepsi gerçek. Ama dedim ya kafana takma dostum. Hayat ve kadınlar fena halde birbirlerine benzer. Sen onları umursamadığında peşindedirler ve peşlerine düştüğünde yokturlar işte.
Sen sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydin dostum. Boris Vian’ın dediklerini hatırla. Ve bence bir viski aç ve biraz caz dinle. Bir kulübe git, arkadaşlarınla sohbet et. Güzel kadınlara bak, sana bakışlarından keyif al. Yanlarına git yada yanına gelmelerini sağla. Eğlen ve keyfine bak. İnan hayatta kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler var. Karl Klause’a kulak ver biraz. Bir kadın olmadan yaşanmayacağı doğru değil, bir kadın olmadan yaşanmış olunmaz sadece… Ne onlarla ne de onlarsız kısacası. Ama dedim ya kafana takma. Bir sigara yak, dumanı ciğerlerinde dolaşırken bir yudum daha viski çek. Kulaklarına müzik doldur ve o harikulade yaratıkların kahkahalarıyla sarhoş ol. Öp onları, mutlu et, seviş ve mutlu ol. Kim anladı ki sen anlayacaksın. Onları anlamakla vakit geçireceğin kadar onlarla vakit geçir. Sevip sevilmemeye, aşka bu kadar takılma, dedim ya inan bana kadın ve erkeğin aşktan daha iyi becerdiği şeyler de var şu muamma dolu garip dünyada. O yüzden barın diğer ucunda senden ateş bekleyen kadını fazla bekletme. Hepsi bu…
YALIN İNCE
John Fante - Bukowski'nin İlahı
HEYEZAN VE HÜZÜN
İtalyan asıllı Amerikalı yazar, hüzünlü ve ateşli Arturo Bandini’ nin yaratıcısı, Charles Bukowski’ nin tanrısı ilan ettiği, yumuşak, nazik, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen, kolayca ve yürekten yazan ve yaşayan, yalın ve kusursuz…
Başarı ve başarısızlık, günahkarlık ve masumiyet, beyaz yalanlar ve had safhada suçluluk duygusu, ezik iddialılık, sahiplenme, teslimiyet, mizah ve acı, hezeyanlar… Kısacası John Fante…
John Fante, 1909’ da Amerika, Colorado’ da üç çocuklu yoksul bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Nicola Fante, İtalyan bir duvar işçisiydi. Sürekli bir işi yoktu ve kendine dönük bir insandı. Çalışmadığı zamanların çoğunu arkadaşlarıyla kağıt oynayarak ve sohbet ederek geçirirdi. Annesi Mary Capolungo İtalyan kökenli bir Amerikalı ve takıntılı bir dindardı. Fante, üç erkek kardeşin en büyüğü olarak aile içi düzensizlik ve huzursuzluklardan en çok etkilenen çocuk olmuştu. Babasını uzaktan gözlüyor ve onun hayattan ne beklediğini seziyordu. Mutsuz ve ilgisiz bir adamı anlamak… John babasının arkadaşlarıyla şakalaşmaktan, argo dolu sözlerle keyif yapmaktan ve zamanı öylesine doldurmaktan başka derdinin olmadığını görmesi uzun zaman almadı.
Eğitim almak istiyordu ve Colorado Üniversitesi’ ne kayıt yaptırdı ama eğitimini tamamlayamadı ve 20 yaşında okuldan ayrıldı. Babası kendi hayatıyla ilgili onları derinden etkileyecek bir karar almıştı. Ailesini terk ederek başka bir kadının peşinden gidecekti. John babasına çok kızmadı. Hayatta elinde pek bir şey olmayan bir adam için beklenmedik bir tercih değildi. Bu olaydan sonra John Kaliforniya’ ya bir balık fabrikasında çalışmak üzere gitti, kısa bir süre sonra hayatı depresyonlar üzerine kurulu annesini yanına aldırdı ve durumu toparlamaya başladı. Hayatı yeni bir düzene girmişti, boş zamanlarında sürekli okuyan Fante, işçilikten arta kalan zamanlarda sürekli hikayeler yazıyordu.
1932’ de ilk kısa öyküsü The American Mercury’ de yayınlandı. Daha sonra The Atlantic Montly, Esquire, Harper’s Bazaar gibi farklı dergilere de yazdı.
Gençlik yılları aramakla, savrulmakla, yalnızlık acısıyla kavruldu. İnişli-çıkışlı dönemler geçiriyordu, bazen ruhu kitap arasına konup kurutulmuş sarı bir gül gibi soluyor ve kendine güveni tepetaklak oluyor, çekingen yaşıyor, bazense hayatı sorgulamaktan vazgeçip harikulade huzur dolu günler yaşıyordu. Ona göre hayat böyle yaşanmalıydı. Gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna. İşte tam Fante’ ye göre bir karmaşa, Fante’ ye ve Bandini’ ye göre…
Fante ve Bandini, hep ortak bir kederin tozlu, soğuk yollarında yalnız başlarına yürüyorlar, uzaktan selamlaşıyorlar ama yollarının birleşmediğinin farkındalar. Sonsuz bir arayışın peşinden böylesine kimsesiz sürüklenirken her daim sahip olmayı düşledikleri inanç umduklarından daha uzakta kalıyor. Köhne, kullanılmış, işe yaramaz…
Hayatın gerçek yükünü birbirlerine yükleyerek yol almaya çalışıyorlar. Acı çekiyorlar elbet ama bu onları ilerletmiyor. Geriye çekiliyorlar, kaçak dövüşüyorlar. Ama kimse inkar edemez ki ümit ediyorlar, güçlenmek, başarmak istiyorlar. Tutku bahçelerindeki
kokmayan ölü çiçekler şevklerini kırıyor, acı çekmeyi biliyorlar ama ona karşı koymayı değil. Karanlık ve tozlu koridorların sonuna doğru ilerliyorlar, karanlık ışığı yakıyor.
Elinde boş bir bardak tutan susamış bir adam kadar yalnızlar ve bir damla ölümsüzlük için tutku ve istekle eritiyorlar zamanı.
Çelik bir İngiliz çakısının açılırken çıkardığı metalik ses kadar keskin ve etkili akıyor kelimeler kaleminizin ucundan, beyaz kağıt siyah mürekkebe bir kadının şehvetli ve işbilir öpücüklere boğulması gibi boğuluyor. Ve oracıkta tüm duygular, vahşi istekler, arzular fışkırıyor kaleminizden bembeyaz kendini size bırakmış kağıda.. ve mükemmel bir son sözle tamamlıyorsunuz bu yüce ve eşsiz sevişmeyi. Kalem bir kenarda, kağıt yorgun ve huzurlu. İki damla mürekkep akıyor kağıdın altına, kalemin ucundan, sıcak, ağrısız, içten, öylesine…
Ama bir şeyler oluyor, bir şeyler ters gidiyor. Bu efsunlu anlar dağılmaya başlıyor. Birden bire ayılıyorsunuz, adeta bir kadından tokat yemişçesine, o kadar birbirinizin yansımasısınız ki ve o kadar derinlerde ki duygularınız, hayattan çok daha hızlı, çok daha yoğun, çok daha tutkulu. Ama ayılınca, gerçek dünyaya dönünce, gördüğünüz rüya size zindan oluyor. O kadar korkak, içten ve duygulusunuz ki…
Ama gerçek bir romantik gerçek cesaret sahibi olmalı, ancak o zaman hayat pes edecek ve duygusallaşacak. Sizse her şeyi içinizde yaşayıp bitiriyorsunuz, geriye kalan akıcı yazılar, öfke, tutku, hüzün, acı, mizah ve nefret… Aslında hiç de fena değil…
İşte mizah ve acının hakimi, John Fante… Her satırı çok ince bir buz tabakası gibi, üzerinde kayabilmeyi başarmak neredeyse imkansız. Mutlaka bir yerinden buz kırılır ve dibe çekilirsiniz… Değil mi Bay Arturo Bandini? Siz gayet iyi bilirsiniz. Ne balık ne de kuşsunuz ve yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük iş sizin için.
Günlük hayatı, yaşama dair vakit çalan tüm zırvaları, debriyaj pedalının sallanışını, açlıktan guruldayan mideleri, kahve fincanlarında kurumuş kahve lekelerini, dar gelen pantolonları, pencere pervazında söndürülmüş izmaritleri, portakal kabuklarını, isi, tozu, güneşi örseleyen pis dumanı, hayatın en çok gözümüze soktuğu ama göremediğimiz, görülmeyi de hak etmeyen zavallı vasıfsız gerçeklerini bir deste iskambili özenle yeşil bir masaya açar gibi önümüze serdiniz Bay Bandini.
Fante uzaktan Bandini’ ye seslendi; ‘’ Sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada, ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz.’’
Fante, Bandini’ yi var ediyordu, Bandini’ de Fante’ yi. Bu yaratışlardan şiddetle etkilenen Charles Bukowski, John Fante’ nin sıkı bir hayranı olmuştu. Onu tanrısı ilan ediyor, yere göğe sığdıramıyordu. Tanışmaya cüret bile etmemişti çünkü tanrılar rahatsız edilmemeliydi. Bukowski’ ye göre herkes sözcük oyunlarının peşindeydi, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylememek mükemmel olarak değerlendiriliyordu. Ama belki edebiyat yalanın ya da düzmecenin içindeki hakikat ya da estetikti, Bukowski böyle düşünmüyordu en azından. Ona göre yazılar beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı, öğretiliyor, özümseniyor, okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya kültürü ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyordu. Ve Fante’ yi keşfetti, yüce tanrısını… Fante’ nin cümleleri sayfada yuvarlanıyordu, kayıyordu. Bukowski her cümlenin kendine özgü enerjiye sahip olduğunu ve cümlelerin özünün sayfaya bir biçim verdiğini söylüyordu. Cümleler sayfaya oyulmuşlardı sanki. Bukowski duygusallıktan korkmayan birini bulmuştu sonunda. Fante’ yi en güzel ifade eden cümlelerin birini kuruyordu; ‘’ Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti.’’
Bukowski, Fante’ yi, 1939’ da yayınlanan Toza Sor ile tanımıştı. Arturo Bandini’ nin Camilia’ ya olan aşkının hikayesiyle…
Bu kitaptan sonra John Fante Hollywood’ a doğru kaymaya başladı. Ünlü yönetmenler Orson Welles, Francis Ford Coppola ile ahbap oldu. 1952’ de Hayat Dolu adlı kitabı yayınlandı ve aynı kitap senaryosuyla Oskar’ a aday oldu.
Fante bir çok filmin senaryosuna imza attı. Bunlardan ikisi Something For A Lonely Man ve Walk On The Wild Side idi. Daha sonra 1989’ da yönetmen Dominique Deruddere ‘’ Bahara Dek Bekle, Bandini ’’ yi filme çekti. Son olarak 2006 Mart ayında yönetmenliğini Robert Towne’ nin üstlendiği başrollerinde Colin Farrell ve Salma Hayek’ in oynadığı ‘’Toza Sor’’ filme çekildi.
John Fante 1955’ te şeker hastası olduğunu öğrendi. Sağlığı giderek bozuldu. Daha önce yazdığı birkaç satır gerçekten trajikti; ‘’…uyandığımda gözlerimi açmaya korktum, kör mü olmuştum? Kariyerimin henüz başındayken körlükle mi karşı karşıya kalacaktım? Bütün organlarımı alabilirsiniz baylar, gözlerimi ve sağ elimi bırakın yeter ki…’’
Hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez, samimi olsalar bile. Fante’ ye de vermeyecekti. Sadece gözlerini almakla yetinmedi, iki bacağını da aldı. Acı, ruhtan sızıp bedene yayılıyordu. İki gözü ve iki bacağı olmayan bir adam… Ne yapacaktı?
Elbette son numarasını çekecekti çünkü o ‘’Minik Köpek Güldü’’ nün büyük yazarı Arturo Bandini’ ydi. Son romanını karısına söyledi ve o da yazdı. Bu düpedüz hayata meydan okumaktı, tam bir Bandini işi…
Ertesi yıl 8 Mayıs 1983’ te dünyadan ayrıldı, yeni gözlerle farklı bir yaşamdaydı artık…
Yalın İnce
‘’Toza Sor’’ dan bir alıntı…
‘’ Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver.
Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…’’
İtalyan asıllı Amerikalı yazar, hüzünlü ve ateşli Arturo Bandini’ nin yaratıcısı, Charles Bukowski’ nin tanrısı ilan ettiği, yumuşak, nazik, insanla hayvan arasında fark gözetmeyen, kolayca ve yürekten yazan ve yaşayan, yalın ve kusursuz…
Başarı ve başarısızlık, günahkarlık ve masumiyet, beyaz yalanlar ve had safhada suçluluk duygusu, ezik iddialılık, sahiplenme, teslimiyet, mizah ve acı, hezeyanlar… Kısacası John Fante…
John Fante, 1909’ da Amerika, Colorado’ da üç çocuklu yoksul bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Nicola Fante, İtalyan bir duvar işçisiydi. Sürekli bir işi yoktu ve kendine dönük bir insandı. Çalışmadığı zamanların çoğunu arkadaşlarıyla kağıt oynayarak ve sohbet ederek geçirirdi. Annesi Mary Capolungo İtalyan kökenli bir Amerikalı ve takıntılı bir dindardı. Fante, üç erkek kardeşin en büyüğü olarak aile içi düzensizlik ve huzursuzluklardan en çok etkilenen çocuk olmuştu. Babasını uzaktan gözlüyor ve onun hayattan ne beklediğini seziyordu. Mutsuz ve ilgisiz bir adamı anlamak… John babasının arkadaşlarıyla şakalaşmaktan, argo dolu sözlerle keyif yapmaktan ve zamanı öylesine doldurmaktan başka derdinin olmadığını görmesi uzun zaman almadı.
Eğitim almak istiyordu ve Colorado Üniversitesi’ ne kayıt yaptırdı ama eğitimini tamamlayamadı ve 20 yaşında okuldan ayrıldı. Babası kendi hayatıyla ilgili onları derinden etkileyecek bir karar almıştı. Ailesini terk ederek başka bir kadının peşinden gidecekti. John babasına çok kızmadı. Hayatta elinde pek bir şey olmayan bir adam için beklenmedik bir tercih değildi. Bu olaydan sonra John Kaliforniya’ ya bir balık fabrikasında çalışmak üzere gitti, kısa bir süre sonra hayatı depresyonlar üzerine kurulu annesini yanına aldırdı ve durumu toparlamaya başladı. Hayatı yeni bir düzene girmişti, boş zamanlarında sürekli okuyan Fante, işçilikten arta kalan zamanlarda sürekli hikayeler yazıyordu.
1932’ de ilk kısa öyküsü The American Mercury’ de yayınlandı. Daha sonra The Atlantic Montly, Esquire, Harper’s Bazaar gibi farklı dergilere de yazdı.
Gençlik yılları aramakla, savrulmakla, yalnızlık acısıyla kavruldu. İnişli-çıkışlı dönemler geçiriyordu, bazen ruhu kitap arasına konup kurutulmuş sarı bir gül gibi soluyor ve kendine güveni tepetaklak oluyor, çekingen yaşıyor, bazense hayatı sorgulamaktan vazgeçip harikulade huzur dolu günler yaşıyordu. Ona göre hayat böyle yaşanmalıydı. Gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna. İşte tam Fante’ ye göre bir karmaşa, Fante’ ye ve Bandini’ ye göre…
Fante ve Bandini, hep ortak bir kederin tozlu, soğuk yollarında yalnız başlarına yürüyorlar, uzaktan selamlaşıyorlar ama yollarının birleşmediğinin farkındalar. Sonsuz bir arayışın peşinden böylesine kimsesiz sürüklenirken her daim sahip olmayı düşledikleri inanç umduklarından daha uzakta kalıyor. Köhne, kullanılmış, işe yaramaz…
Hayatın gerçek yükünü birbirlerine yükleyerek yol almaya çalışıyorlar. Acı çekiyorlar elbet ama bu onları ilerletmiyor. Geriye çekiliyorlar, kaçak dövüşüyorlar. Ama kimse inkar edemez ki ümit ediyorlar, güçlenmek, başarmak istiyorlar. Tutku bahçelerindeki
kokmayan ölü çiçekler şevklerini kırıyor, acı çekmeyi biliyorlar ama ona karşı koymayı değil. Karanlık ve tozlu koridorların sonuna doğru ilerliyorlar, karanlık ışığı yakıyor.
Elinde boş bir bardak tutan susamış bir adam kadar yalnızlar ve bir damla ölümsüzlük için tutku ve istekle eritiyorlar zamanı.
Çelik bir İngiliz çakısının açılırken çıkardığı metalik ses kadar keskin ve etkili akıyor kelimeler kaleminizin ucundan, beyaz kağıt siyah mürekkebe bir kadının şehvetli ve işbilir öpücüklere boğulması gibi boğuluyor. Ve oracıkta tüm duygular, vahşi istekler, arzular fışkırıyor kaleminizden bembeyaz kendini size bırakmış kağıda.. ve mükemmel bir son sözle tamamlıyorsunuz bu yüce ve eşsiz sevişmeyi. Kalem bir kenarda, kağıt yorgun ve huzurlu. İki damla mürekkep akıyor kağıdın altına, kalemin ucundan, sıcak, ağrısız, içten, öylesine…
Ama bir şeyler oluyor, bir şeyler ters gidiyor. Bu efsunlu anlar dağılmaya başlıyor. Birden bire ayılıyorsunuz, adeta bir kadından tokat yemişçesine, o kadar birbirinizin yansımasısınız ki ve o kadar derinlerde ki duygularınız, hayattan çok daha hızlı, çok daha yoğun, çok daha tutkulu. Ama ayılınca, gerçek dünyaya dönünce, gördüğünüz rüya size zindan oluyor. O kadar korkak, içten ve duygulusunuz ki…
Ama gerçek bir romantik gerçek cesaret sahibi olmalı, ancak o zaman hayat pes edecek ve duygusallaşacak. Sizse her şeyi içinizde yaşayıp bitiriyorsunuz, geriye kalan akıcı yazılar, öfke, tutku, hüzün, acı, mizah ve nefret… Aslında hiç de fena değil…
İşte mizah ve acının hakimi, John Fante… Her satırı çok ince bir buz tabakası gibi, üzerinde kayabilmeyi başarmak neredeyse imkansız. Mutlaka bir yerinden buz kırılır ve dibe çekilirsiniz… Değil mi Bay Arturo Bandini? Siz gayet iyi bilirsiniz. Ne balık ne de kuşsunuz ve yaşamak yeterince zor, ölmekse büyük iş sizin için.
Günlük hayatı, yaşama dair vakit çalan tüm zırvaları, debriyaj pedalının sallanışını, açlıktan guruldayan mideleri, kahve fincanlarında kurumuş kahve lekelerini, dar gelen pantolonları, pencere pervazında söndürülmüş izmaritleri, portakal kabuklarını, isi, tozu, güneşi örseleyen pis dumanı, hayatın en çok gözümüze soktuğu ama göremediğimiz, görülmeyi de hak etmeyen zavallı vasıfsız gerçeklerini bir deste iskambili özenle yeşil bir masaya açar gibi önümüze serdiniz Bay Bandini.
Fante uzaktan Bandini’ ye seslendi; ‘’ Sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada, ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz.’’
Fante, Bandini’ yi var ediyordu, Bandini’ de Fante’ yi. Bu yaratışlardan şiddetle etkilenen Charles Bukowski, John Fante’ nin sıkı bir hayranı olmuştu. Onu tanrısı ilan ediyor, yere göğe sığdıramıyordu. Tanışmaya cüret bile etmemişti çünkü tanrılar rahatsız edilmemeliydi. Bukowski’ ye göre herkes sözcük oyunlarının peşindeydi, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylememek mükemmel olarak değerlendiriliyordu. Ama belki edebiyat yalanın ya da düzmecenin içindeki hakikat ya da estetikti, Bukowski böyle düşünmüyordu en azından. Ona göre yazılar beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı, öğretiliyor, özümseniyor, okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya kültürü ile karşı karşıya olunduğunu düşünüyordu. Ve Fante’ yi keşfetti, yüce tanrısını… Fante’ nin cümleleri sayfada yuvarlanıyordu, kayıyordu. Bukowski her cümlenin kendine özgü enerjiye sahip olduğunu ve cümlelerin özünün sayfaya bir biçim verdiğini söylüyordu. Cümleler sayfaya oyulmuşlardı sanki. Bukowski duygusallıktan korkmayan birini bulmuştu sonunda. Fante’ yi en güzel ifade eden cümlelerin birini kuruyordu; ‘’ Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti.’’
Bukowski, Fante’ yi, 1939’ da yayınlanan Toza Sor ile tanımıştı. Arturo Bandini’ nin Camilia’ ya olan aşkının hikayesiyle…
Bu kitaptan sonra John Fante Hollywood’ a doğru kaymaya başladı. Ünlü yönetmenler Orson Welles, Francis Ford Coppola ile ahbap oldu. 1952’ de Hayat Dolu adlı kitabı yayınlandı ve aynı kitap senaryosuyla Oskar’ a aday oldu.
Fante bir çok filmin senaryosuna imza attı. Bunlardan ikisi Something For A Lonely Man ve Walk On The Wild Side idi. Daha sonra 1989’ da yönetmen Dominique Deruddere ‘’ Bahara Dek Bekle, Bandini ’’ yi filme çekti. Son olarak 2006 Mart ayında yönetmenliğini Robert Towne’ nin üstlendiği başrollerinde Colin Farrell ve Salma Hayek’ in oynadığı ‘’Toza Sor’’ filme çekildi.
John Fante 1955’ te şeker hastası olduğunu öğrendi. Sağlığı giderek bozuldu. Daha önce yazdığı birkaç satır gerçekten trajikti; ‘’…uyandığımda gözlerimi açmaya korktum, kör mü olmuştum? Kariyerimin henüz başındayken körlükle mi karşı karşıya kalacaktım? Bütün organlarımı alabilirsiniz baylar, gözlerimi ve sağ elimi bırakın yeter ki…’’
Hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez, samimi olsalar bile. Fante’ ye de vermeyecekti. Sadece gözlerini almakla yetinmedi, iki bacağını da aldı. Acı, ruhtan sızıp bedene yayılıyordu. İki gözü ve iki bacağı olmayan bir adam… Ne yapacaktı?
Elbette son numarasını çekecekti çünkü o ‘’Minik Köpek Güldü’’ nün büyük yazarı Arturo Bandini’ ydi. Son romanını karısına söyledi ve o da yazdı. Bu düpedüz hayata meydan okumaktı, tam bir Bandini işi…
Ertesi yıl 8 Mayıs 1983’ te dünyadan ayrıldı, yeni gözlerle farklı bir yaşamdaydı artık…
Yalın İnce
‘’Toza Sor’’ dan bir alıntı…
‘’ Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver.
Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal…’’
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)